10 Temmuz 2015 Cuma

MAKALE “MEHLİKA SULTAN”DAN “MASAL”A YEDİ DOĞULU GENCİN BATI’YLA İMTİHANI


“MEHLİKA SULTAN”DAN “MASAL”A YEDİ DOĞULU GENCİNBATI’YLA İMTİHANI

Mehmet Güneş*
Tanzimat sonrasında Türk toplumunda edebî, kültürel ve fikrî bakımdan yoğun bir Batı’ya yöneliş görülür. Birçok Türk aydını, Batı uygarlığını her yönüyle kopyalamaya/taklit etmeye başlar. Böylece bazı aydınların gözünde Batı uygarlığı bazen idealize bir mekânla bazen arzulanan bir sevgiliyle özdeşleşir. Aşırı Batıcılar İslâm/Şark medeniyeti dairesinden çıkıp her yönüyle Batı uygarlığıyla bütünleşmeyi savunurlar. Kendisi de büyük hayallerle Paris’e/Avrupa’ya kaçan Yahya Kemal düşünce yazılarında, özellikle “Memleketten Bahseden Edebiyat” yazısında aşırı taklitçiliği ve gayr-ı milliliği eleştirir; “Türklerin mektepten memlekete gelmeleri ve memleketi Türk edebiyatının çerçevesi hâline getirmeleri lazım gel[diğini]” söyler.[1] Türk edebiyatının ve basınının yerli/millî kimlik ve unsurları göz ardı etmesinin nasıl bir tehlikeye yol açacağını, toplumsal ve kültürel bağlamlarda açıklamaya çalışır.
Türk edebiyatında saf şiirin önemli temsilcilerinden biri olan Yahya Kemal, modern Türk edebiyatının gelenekle bağlarını yeniden kurmasında da öncü olur. Yahya Kemal, Şark ve Batı şairlerini okuyup onların şiirlerini özümser. Onun şiirlerinde Şark tesiri kadar Batı tesiri de kendisini hissettirir. Ancak bu tesirin taklide vardığı söylenemez. Yahya Kemal 1912’de Paris’ten İstanbul’a döndüğünde, Fransız şiirini tanımış ve “farklı akımların şairlerinden edindiği intibaların yeni bir terkibi düşüncesiyle” döner, Türk şiirinde “yeni bir şiir dili ve yeni bir mısra anlayışı” peşindedir.[2]
Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan” şiiri, önemli ve farklı okumalara müsait bir şiirdir. Yahya Kemal, “Mehlika Sultan” şiiriyle Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in masal dünyasına girer.[3] Birçok araştırmacının da dikkat çektiği üzere Materlinck’in “Serres Chaudes”iyle[4] “Mehlika Sultan” arasında biçim, içerik ve motifler bakımından benzerlikler vardır. Mehlika Sultan şiiri aşk teması bağlamında okunmaya müsait olduğu gibi, Cemil Meriç’in yaklaşımından hareketle yüzünü Batı’ya çeviren Türk aydınlarının Batılılaşma serüvenlerinin hikâyesi olarak da yorumlanabilir. Orhan Okay ise “Şark masal motifiyle süslenmiş ve ideal güzelliğin sembolik bir hikâyesi olarak yorumlanan bu şiirin Yahya Kemal’in saf şiiri arayışının sembolü olarak yorumlanmasının daha akla yakın görün[düğünü]” söyleyip Yahya Kemal için Mehlika Sultan’ın “ezeli ve ebedî güzel olan halis şiirin alegorisi”[5] olabileceğine dikkat çeker. Birbirinden farklı olmasına karşın her ikisi de isabetli ve bağlama uygun düşen farklı iki yaklaşım şiirin gücünü gösterir.
“Mehlika Sultan” şiiri Kendi Gökkubemiz adlı şiir kitabında bu şiirin aşk konulu “Vuslat” bölümünde değil de “Yol Düşüncesi” adlı bölümün sonunda yer alması bu bağlamda dikkate değerdir. Cemil Meriç “meçhulü ve mutlak”ı arayan Yeni/“Genç Osmanlılar”ın Avrupa macerasından sonra “[k]anatları yorgun, kalpleri yaralı” biçimde yurda/özlerine döndüklerini, “daha sonraki nesiller gibi yabancılaşma[dıklarını]” söyler.[6] Yeni Osmanlıların yurda ve özlerine dönmelerine karşın Jön Türkler Batı sevdalarından vazgeçmezler, Mehlika Sultan’a âşık yedi genç gibi yurtlarına/özlerine dönmezler.
Tahkiyeli anlatımla yazılan Mehlika Sultan şiirinde, “Mehlika Sultan hayal edilen güzelliktir; sonsuzluğun sembolüdür”.[7] Bu şiir-hikâyede Klasik Şark anlatılarına özgü birçok motif ya da izlek kendisini açıktan hissettirir. Ortaçağ anlatılarında olduğu gibi yedi genç de yaşadıkları şehri terk edip masalsı bir yolculuğa çıkar. Şiirde geçen “Kafdağları”, “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifade/söz grupları,“yedi” sayısı masalsı unsurlardır.[8] Yedi gencin sevdası da kara sevdalı başka âşıklar gibi karşılıksız (platonik)/ütopiktir. Yahya Kemal bu aşktan “kara sevda” şeklinde söz ederek aşkın imkânsızlığını ifade eder. Yedi gencin “kara sevdalı âşık”lar olduğunu söyleyen şair anlatıcı, yolculuğa çıkış nedenlerini -anlatı metinlerinde olduğu gibi- geriye dönüş tekniğiyle açıklar:
“Bir hayalet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rüyalarına
Hepsi meshûr o muamma güzeli
Gittiler görmeğe Kafdağlarına”[9]
Yedi genç masal kahramanları gibi rüyalarına giren idealize bir sevgiliye âşık olurlar. İdealize/eşsiz güzelliğini tasavvur ettikleri sevgiliye ulaşmakta kararlı olan yedi gencin önünde Kafdağı engeli vardır. Nitekim Avrupa yolculuğuna çıkan Jön Türklerin önünde de Balkan dağları vardır. İster Kafdağı ister Balkan Dağları isterse Karpat dağları bütün ideal/emel yolculukları engellerle doludur. Mehlika Sultan’a kavuşmayı arzulayan masal kahramanı yedi genç, Kafdağlarını aşar; Jön Türkler de Balkan dağlarını. Ancak ideale/güzele ulaşmak oldukça meşakkatlidir. Bu çetin yolculuk günlerce, aylarca, yıllarca hatta asırlarca sürer; “belki son akşamdır”lar, “belki sondur”lar, “hadi gayret”ler bitmez. Yollar biter, ömür biter, yedi gencin yolculuğu bitmez. Ancak nikâhını Batı medeniyetiyle kıymak isteyen Batı hayranı Türk gençliğinin Avrupa aşkı, Batılılaşma rüyası bitmez, zaman zaman kâbusa/kavgaya dönüşür. Yahya Kemal yıllar öncesinde bu durumu şu şekilde ifade eder:
“Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daima yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu
Varmadan menzile bir yerde ölür”[10]
Mehlika Sultan uğruna ölüm göze alınıp yola çıkılan idealize sevgilidir. Ne yazık ki o da vuslat gerçekleşmeden ölündüğü için efsaneleşen sevgili ya da aşk hikâyesinin kahramanıdır. Türk halkının Batı’ya aşkı yıllardır sürer, Jön Türkler tarih sahnesinden çekilir, yeni Batı sevdalıları doğar, vakti gelir onlar da ütopik sevdaları uğrunda hayal kurarlar.
Aşk masalları da kahramanlık destanları da hep umut ve güzel temennilerle başlar. Ancak an gelir karşılaşılan bir engel bütün umutları söndürür, hayalleri yıkar. Ne yazık ki insanoğlunun kara yazgısı, Mehlika Sultan’ın âşıkları için de değişmez kader olur. Masal/destanlarda kahramanların hedefleri önünde hep engel vardır. Yedi gencin önüne de engel olarak karanlık derin kuyu çıkar. Gelenekselden moderne edebî metinlerde kuyu hep çıkmazı, sonluluğu simgeler. Yahya Kemal de kuyuyu hem sembol hem de metafor olarak[11] kullanır:
               “Gördüler: ‘Aynada bir gizli cihân..
               Ufku çepçevre ölüm servileri...’
               Sandılar doğdu içinden bir ân
               O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
               Bu hazin yolcuların en küçüğü
               Bir zaman baktı o viran kuyuya. 
               Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
               Parmağından sıyırıp attı suya.”[12]
Geleneksel anlatılarda da kuyuda sevgili ya da arzu edilen nesnenin aksi görülür. Geleneksel anlatılarda olduğu gibi “Mehlika Sultan” şiirinde de bu akis gerçek değil hayaldir. Bu aksinhayal olduğunun idrakine varan kahraman, sona yaklaştığını fark eder. “Mehlika Sultan” şiirinde de kuyudaki su, “sevgilinin hayali ve ölümle” birleşir; “Mehlika’nın sevdalıları suyun aynasında evvela ölümün dünyasını, sonra da sevgilinin kendisini görürler”.[13] Umutla, tertemiz duygularla yola çıkan yedi genç “çıkrığı [olmayan] bir kuyu”ya rastlayınca ideallerine/Mehlika Sultan’a kavuşamayacaklarını sezer. “Kuyular bilinmeyenlerin, karanlıkların dünyasıdır. İnsanın göremediği, çoğu zaman sadece psişik edim ve sezgileriyle anlayabileceği bir bilinmezlik alanıdır.”[14] Bu acı gerçeğin idrakine varan ilk âşık, masal kahramanlarının değişmez motifi olarak karşılaşılan yaşça en küçük, akılca en büyük olandır. Yedi gencin de en akıllısı en bilgesi olan en küçük genç, Mehlika Sultan’a benzeyen Avrupa medeniyetiyle birleşimin mümkün olmayacağını ne yazık ki geç de olsa fark eder. Bu nedenle gümüş yüzüğü parmağından hemen sıyırıp suya atar. Yüzüğün fırlatılması Batılılaşma emelinden vazgeçişin göstergesidir. Gümüş yüzük Şark’ı/Şark toplumuna ait değerleri temsil eder. En küçük Batı sevdalısı, Şark’ın değerleriyle Batı’nın değerlerinin uyuşmasının mümkün olmadığını anlamıştır. Tanpınar; şiirdeki yüzük motifinin Belçikalı şair Maeterlinck’in eserleri kaynaklı olduğunu söyleyip yüzüğün de haber/haberciliği imlediğini belirtir.[15]
Türklerin Avrupa macerası, Batılılaşma hayalleri de dipsiz kuyuya benzer. Yedi gencin yolculuğun sonunda suya “korkulu gözlerle” bakması gibi aklıselimle hareket eden Müslüman Türkler de zamanla Avrupa medeniyetine karşı endişeyle yaklaşırlar. Karanlık kuyu yedi gence ölümü, bilinçli Türk aydınına da yok oluşu hatırlatır. Batı medeniyetiyle uzlaşamayacağını fark eden bilinçli Türk aydınları bu hülyadan vazgeçmek ister, etrafındakileri de bu hususta uyarır. Bu uyarılara kulak vermeyenler hayal gemisinde yolculuklarına devam ederler. Yol biter, yolun sonunda hayal âleminde yaşadıklarını görseler de bu hülyadan vazgeçmezler, ruhsal ve bedensel olarak tamamen Avrupalılaşırlar. Ne onlar ne de onların nesli özlerine geri dönmez. Yedi genç de Jön Türkler de efsaneleşir. Şair bu durumu şu şekilde ifade eder:
               “Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
               Seneler geçti, henüz gelmediler;
               Mehlika Sultan'a âşık yedi genç
               Oradan gelmeyecekmiş dediler!..”[16]
Yeni Osmanlılardan itibaren Batı, Müslüman Türk toplumu için bir rüya olur, ancak Avrupa rüyası mıdır Avrupa kâbusu mudur hâlâ tartışmalıdır.
            Türk edebiyatında Doğu insanın Batı’yla imtihanını sanatsal ve özlü biçimde ifade eden bir diğer şair de Necip Fazıl’dır. Onun “İstasyon” şiirinde sembolik anlam yüklenen istasyon Doğu’nun Batı’ya açılan kapısıdır. Bu şiir de Türk aydının Batı macerasıyla ilişkilendirilmiştir.[17] Bu geçitten geçenler ne yazık ki özünü kaybeder, öz yurduna ya dönmez ya da değişmiş/yabancılaşmış olarak dönerler. Şair bu trajik durumu “Burdan bildik gidenler,/ Yarın döner yabancı”[18] şeklinde ifade eder. Kendisi de eğitim amaçlı Paris’te kalan şair, ifade ettiği değişimi gözlemlemiş/tecrübe etmiştir.
            Yahya Kemal ve Necip Fazıl’ın şiirinde sanatsal kaygı öndedir. Türk edebiyatında Doğu’nun Batı’yla imtihanını dramatik biçimde, derinlikli, fikrî yoğunluk ve özgün bir anlatımla ifade eden diğer bir şair de Sezai Karakoç’tur. Doğu medeniyetiyle Batı uygarlığını fikir yazılarında ayrıntılı biçimde karşılaştıran Sezai Karakoç, “Masal” şiirinde de Batı uygarlığına olumsuz bakışını, Batılıların saf Doğu insanını nasıl büyülediğini ve bu şekilde yok etmekle yüz yüze getirdiğini teatral bir anlatımla ifade eder. Sezai Karakoç, “Kara Yılan”, “Av Edebiyatı”, “Akrep”, “Kızkulesi’ne Gazel” vb. birçok şiirinde olduğu gibi “Masal” şiirinde de folklorik unsurlardan yararlanır. Zaten şiirin başlığının “Masal” olması ve “Doğu’da bir baba vardı” şeklinde masalsı bir anlatımla başlaması, bu bağlamda dikkate değerdir. Şiirin başlığından sonra şiirdeki en önemli masalsı unsur “yedi” sayısıdır.
            Sezai Karakoç “Masal” şiirinde Müslüman/Türk aydınlarının Batılılaşma sürecini yedi oğul örneğinde çarpıcı ve özlü biçimde dramatize eder. Türk aydınının gözünde Batı, daha 17. yüz yılda Avrupa’ya giden bazı sefirlerin yazılarında da görüleceği üzere, idealize bir coğrafya/uygarlık olarak görülür. Şiirde “baba” köklü İslâm/Şark medeniyetini, Osmanlı Devleti’ni sembolize eder. Osmanlı aydınları daha görür görmez/duyar duymaz Batı’nın cazibesine kapılır; Batı kendilerine gelmeden önce onlar Batı’ya giderler. İlk oğlun Batı’ya gidişi, Osmanlı’nın henüz gücünü yitirmediği dönemlerde Avrupa’ya elçilerin gidişini ve orada karşılanışını hatırlatır:
            “Birinci oğul Batı kapılarında
            Büyük törenlerle karşılandı
            Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul yarınki masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı”[19]
Bu görkemli törenin samimiyetten uzak olduğu, ne yazık ki geç fark edilecektir. Batı’nın büyüleyici/mest edici görünümüne aldanan Doğu insanı, sinsice katledilir. Bu vakitten sonra Doğu’yla Batı’nın hesaplaşması başlar. Ancak kardeşinin intikamını almak için Batı’ya giden ikinci oğul da güzel bir Batılı kız tarafından büyülenir. Âşık olunan güzel kız Batı’nın bütün maddî değerlerini sembolize eder. “Batılı güzel (kız), Batı’nın göze hitap eden yönlerini (plastik sanatlar, teknoloji vb.) ve insanları bu yolla kendine çekişini sembolize eden bir öğe olarak yorumlanabilir.” İkinci oğlun macerası bazı yönleriyle Mehlika Sultan’a âşık yedi gencin macerasını andırır.[20] Maddenin esiri Batı uygarlığının en belirgin temsili olan güzel bir kızla karşılıklı aşk yaşayacağını sanan ikinci oğul trajik sonunu hazırladığının farkında olmaz. Çünkü değerler sistemi tamamen farklı olan “Batı [uygarlığı] bir uçurum gibi” aralarına girer. Şark’la Batı’nın nikâhının kıyılamayacağı ikinci oğlun şahsında da tecrübe edilir. Şiirin bu kısmında Doğu insanının saflığına karşın Batılıların sinsiliğine dikkat çekilir. Şiirde mistik/metafizik yorumla, insanların ruh hâliyle tabiatın durumu arasında sürekli bir benzerlik/ilişki kurularak babanın güçlü sezgilerine işaret edilir. Örneğin birinci oğlun katledilişini “havanın ansızın kabaran gözyaşından anla[yan]” baba, ikinci oğlun yok oluşunu da “acı ve buruk” yağmur sularından fark eder.
Üçüncü oğlun yazgısı -başta Almanya olmak üzere- Avrupa’nın muhtelif ülkelerine nafaka temini için giden Şark/Türk insanının trajedisiyle benzeşir. Batı’nın maddî gücü karşısında hayat mücadelesi vermekte zorlanan üçüncü oğul, başlangıçta açlık sefalet dolayısıyla kardeşlerinin intikamını almakta zorlanırken zamanla o da Batı’nın büyüsüne kapılır, patron/zengin olunca gözünü hırs bürür. Maddî güce kavuşur, ancak manevî/Şarklı ruhunu kaybettiği için patron da olsa Batılının gözünde o hep “uşak” olup, onun da kendisine bakışı farksızdır. Sezai Karakoç onun ruh hâlini “Patron oldu ama hâlâ uşaktı/ Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü”[21] şeklinde ifade ederek kompleksli Şark insanının Batı karşısındaki ezikliğine işaret eder. Sezai Karakoç bir yazısında “Aşağılık duygusuna saplanmış toplumlar, kısa zamanda onurlarını yitirirler. Onurunu yitirmiş bir toplumun sonu, bağımsızlığını yitirmektir.” der.[22] Karakoç, “Masal” şiirinde de özünden uzaklaşan, zaman içinde değerlerini bir bir yitiren oğlun babasını hatırlayışını ve babasıyla kurmaya çalıştığı ilişkiyi çarpıcı biçimde ifade eder:
“Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kâğıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki”[23]
Maddenin değil ruhun peşinde olan baba için kendisine sadaka gibi gönderilen çek, ancak köpeklere sunulur. Şark’ın bilge insanını temsil babanın Batı icadı, Batı’yı sembolize eden “çek”in ne işe yarayacağını bilmemesi/anla(ya)maması mümkün değildir, şair babanın bilmediğini söyleyerek ironik bir üslûp kullanır. Üçüncü oğlun çek göndermesi, Mustafa Fazıl Paşa’nın maddî desteğiyle Avrupa’ya kaçıp orada faaliyet gösteren Yeni Osmanlıların Sultan Abdülaziz’le, Jön Türklerin II. Abdülhamit’le pazarlıklarını andırır. Manevî değerlerini/ruhunu korumayı en büyük ilke olarak gören baba, hiçbir desteğe muhtaç değildir. O, oğullarını elinden alan Batı’yla hesaplaşmakta kararlıdır. Bu nedenle dördüncü oğlu da Batı’ya gönderip kararlılığını sürdürür. Ancak dördüncü oğlun tavrı köklü bir medeniyetin temsilcisi ve koruyucusu baba için en acı verici olandır. Dördüncü oğul, Batılı eğitim sistemi ve fikirlerin tesir ve telkinleriyle komplekse giren, öz değerlerine yabancılaşan Türk aydınını sembolize eder. Öz değerlerine yabancılaşan bu aydınlar, ne yazık ki büyük bir gafletle kendi medeniyetlerini ilkel olarak görmeye başlamıştır:
                        “Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi”[24]
Dördüncü oğlun tavrı özellikle Jön Türklerden itibaren yüzünü Batı’ya çevirip Doğu’ya/İslâm’a önyargılı, İslâm medeniyetini yok farz edici bir bakış yönelten nesillerin duruşuyla benzerdir. Öz kültürünü, değerlerini görmek/kabullenmek istemeyen bu nesil, nasıl bir çıkmaza yol açtığının da hâlâ farkında değildir. Onlar “Batı karşısında mağlup olmuş, kimliksiz/köksüz yaşamayı seçmiştir[ler].”[25] Şark insanının kendi kendisini yok sayıcı, inkâr edici tavrından çok memnun kalan Batılılar, istediklerini elde ettikleri için bu durum için kutlama yaparlar. Nitekim zaman içinde dördüncü oğlun tavrını ve fikirlerini benimseyenler Batı uygarlığı içinde yok olup giderler.
            Beşinci oğul da duruş ve yaşama biçimi bakımından dördüncü oğuldan -hatta diğerlerinden- farksızdır. Diğer oğullar babanın isteği doğrultusunda Batı’ya giderken o kendi özgür iradesiyle gider. Şair kimliğine sahip olan bu oğul Batı hayranı, öz ve biçim bakımından Batılı şiir tarzını benimser. “Trajik” şiirler yazmakla büyük şair olacağını sanan zavallı oğul, Şark’ın hikmet vadisinden uzaklaştığının farkında değildir. “Batı’nın ruhunu” sezip “Batı’nın uçarılığına ve Doğu’nun kaderine ilişkin “büyük şiirler” yazmayı düşlese de başarılı olamaz, o da yok oluş kervanına dâhil olur. Altıncı oğul ise bohem hayatı benimseyen Türk aydınına benzer. Batı’ya eğitim için gitmelerine karşın birçok Türk genci aylak aylak dolaşıp ya o coğrafyada yok olur ya da diplomasız ve bilgisiz olarak yurda döner. Altı oğlun yok oluşu karşısında sarsılan baba bu acıya daha fazla katlanamayıp ölür.

            Masal kahramanlarının en küçüğünü andıran âkil ve bilge kişilikli yedinci oğul, hem babasının mücadelesini devam ettirmek hem de altı kardeşini yutan Batı uygarlığından hesap sormak için yolculuğa çıkar. Onun bu eylemi sürekli yok edildiğine kanaat edilen Şark/İslâm medeniyetinin, bu kanıların aksine daima canlı ve diri kaldığını hissettirişini sembolize eder. Nitekim yedinci oğul, Batı’nın en büyük kentlerinden birinin meydanında durup “kendisini değiştirmemesi” için Allah’a yalvarır, dua eder. Maddî/fizikî olarak Batı uygarlığına karşı koyma gücü olmadığının bilincinde olan yedinci oğlun eylemsiz kalması da mümkün değildir. O inanmaktadır ki “[e]n çetin şartlar içinde de olsa, Allah’ın yeniden gönüllerde yaktığı meşale parlayacak, sönmeyecek ve bir gün insanlığı tümüyle aydınlatacaktır”.[26] Durduğu yeri oyup çukur kazar, yarı beline kadar çukurun içinde kalır. Bu esnada etrafında da büyük bir kalabalık oluşur. Yedinci oğul belagat sanatının en güzel örneklerinden biri olan tiradını söyler:
                        “Batılılar
                        Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin tek ama büyük bir gücünüz var:
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum”[27]
            Sezai Karakoç’un “özlediği ideal insan tipini temsil ede[n]”[28] yedinci oğlun çığlığı zaman içinde manifestoya dönüşecektir. Yedinci oğul, yıllarca susturulup gün geldiğinde içinde biriktirdiği öfke ve tepkisini boşaltan Şark insanının sembolüdür. O, bir “diriliş eri”dir, bu yüzden onun “tekliği” de “çokluğu” da Batı’ya benzemez.[29] Baskılar, tesirler, taklitler nedeniyle ailesinin, akrabalarının, halkının öz değerlerinden koparılışına tanık olan şuurlu Şark insanının tavır ve duruşu da yedinci oğuldan farklı olmayacaktır. Batı’nın nimetleriyle yaşamaktansa açlıktan ölmeyi tercih eder. Sezai Karakoç yedinci oğlun duruş/eylemiyle tabiat arasında ilişki kurar, “Bu acıdan yer yarıldı gök yandı” diyerek tabiattaki olağan değişimi yedinci oğlun onurlu duruşuyla ilişkilendirir. “Yedinci oğul bir anlamda sadece insan olarak, Doğulu olarak kalmanın değil aynı zamanda değişmemenin de ne kadar zor olduğunun bir timsalidir.”[30] Değişime direnen, inançlarını koruma mücadelesi veren yedinci oğul da yok olacak/ölecektir ancak ruhu/özü değişmeyecektir. Onu seyredenler, ününü işitenler belki onun eylemini yadırgayacaktır. Ancak onun bu kararlılığı ve eylemi nesiller için bir meşale olacaktır. Yedinci oğul, her türlü baskı ve engele karşın özüne/inançlarına bağlı yaşamayı başaran Doğu insanını sembolize eder. Yedinci oğlun teslimiyetçi davranışı yenilginin kabulü değil, zaferin başlangıcıdır. Sezai Karakoç bir yazısında da “medeniyetimiz de milletimiz de, birkaç kere olduğu gibi, içinde yeniden ayağa kalkmanın, yani dirilmenin maya ve tohumlarını taşı[maktadır]”[31] diyerek İslâm medeniyetinin ruhunun her şeye rağmen sürekli canlı ve diri kaldığını vurgular. Karakoç’a göre Batılıların, Batıcıların baskı ve telkinlerine rağmen Doğu’nun sönmeyen ruhu sadece Doğu’yu değil Batı’yı da aydınlatacak, Batılıların da huzur bulmasında yardımcı olacaktır. Sezai Karakoç bu gerçeği şu şekilde ifade eder:
                        “O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
                        Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan âciz kaldı
                        Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
                        En onulmaz yarası olanlar
                        Ta kalplerinden vurulmuş olanlar
                        Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar.”[32]
            Sezai Karakoç, yedinci oğlun sembolik olarak kutsallaşmasını/ebedileşmesini türbe imgesiyle ifade eder. Folklorik unsurlara şiirlerinde geniş yer veren şair, bu şiirde de folkloru sembole dönüştürür. Yedinci oğul ve onun eylemini gösterdiği yer, Şark insanının ve onun eyleme geçmek için teşkilatlandığı mekânların sembolüdür. Batılıların onun ruhundan şifa bulması ise materyalizmin cenderesinde boğulmaktan rahatsız, insanî değer ve duyarlılığı yitirmeyen bazı Batılı insanının manevî bir arayış içinde oluşu şeklinde yorumlanabilir. Yirminci yüz yılda Batılı aydın ya da yazarlardan bazıları İslâmî/tasavvufî kaynakları araştırmaya, bazıları da mistik Doğu felsefesine yönelmeye başlar.
Şiirine başlık olarak “Masal” adını veren Sezai Karakoç, Müslüman/Türk toplumunun Batılılaşma macerasını başından sonuna masala benzetir. Bu nedenle de Batılılaşma sürecinde hiçbir olumlu yön bulmaz. Necip Fazıl da “Muhasebe” şiirinde “Mavalları bastırdı devrim isimli masal.”[33] diyerek benzer benzetmeyi yapar. Ne yazık ki Sezai Karakoç’un “Masal” şiirinde yedi oğuldan sadece sonuncusu bu gerçeği idrak eder ve tüm Şark halklarının sözcüsü olur. “Mehlika Sultan” şiirinde olduğu gibi “Masal” şiirinde de en âkil kişi en küçük olandır. “Mehlika Sultan” masalında Batı medeniyetiyle uzlaşının mümkün olmayacağını idrak eden küçük ve bilge gencin yüzüğü viran kuyuya fırlatması gibi, yedinci oğul da kendisini kumlara gömer. Yüzüğün viran kuyuya atılması yok olma karşısında bir tepkidir. Onun gözünde Batı’nın değerlerini benimsemektense yok olmak tercih edilirdir.“Masal” şiirinde de yedinci oğul bedensel yok oluşu kabullense de ruhî yok oluşu kabullenmez. Ki onun ruhu, sadece Doğu’nun gözünde değil, Batı’nın gözünde de kutsallaşır, insanlığa huzur verir.




* Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, mgunes@marmara.edu.tr
[1] Yahya Kemal, “Memleketten Bahseden Edebiyat”, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları: İstanbul, 1997, s.143.
[2] Orhan Okay, “Saf Şiirin Peşinde”, Edebiyat ve Edebî Eser Üzerine, Dergâh Yayınları: İstanbul, 2011,  s. 214.
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Dergâh Yayınları: İstanbul, 1995, s. 76.
[4] Âlim Kahraman, Büyük Göçmen Kuş Yahya Kemal Beyatlı, Büyüyen Ay Yayınları: İstanbul, 2013, s. 135.
[5] Orhan Okay, “Saf Şiirin Peşinde”, Edebiyat ve Edebî Eser Üzerine, s. 218-219.
[6] Cemil Meriç, “Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç”, Bu Ülke, İletişim Yayınları: İstanbul, 2003, s. 131.
[7] Mustafa Özbalcı, Yahya Kemal’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Akçağ Yayınları: Ankara, 1996, s. 46.
[8] Mustafa Özbalcı, Yahya Kemal’in Duygu ve Düşünce Dünyası, s. 66.
[9] Yahya Kemal, Kendi Gökkubemiz, MEB Yayınları: İstanbul, 1995, s. 115.
[10] Yahya Kemal, Kendi Gökkubemiz, s. 116.
[11] Metin Erksan’ın Kuyu filminde de kuyu hem sembol hem de metafor olarak kullanılır. Dünya ya da insan hayatı kuyuya benzetilir.
 [12] Yahya Kemal, Kendi Gökkubemiz, s. 116.
[13] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Dergâh Yayınları: İstanbul, 1995, s. 180-181.
[14] ÂdemBalkaya, “Halk Anlatılarında Kuyunun İşlevselliği Üzerine Bir Okuma”, Millî Folklor, S. 102, 2014, s. 56.
[15] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Dergâh Yayınları: İstanbul, 1995, s. 181.
 [16] Yahya Kemal, Kendi Gökkubemiz, s. 117.
[17] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Erdem, “Bir Özgün Şiirin Kökleri”, Necip Fazıl 30 Kitap 30 Konuşmacı, Haz. Abdullah Büyükatıcıgil vd., Necmettin Erbakan Üniversitesi Kültür Yayını: Konya, 2013, s. 150.
[18] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları: İstanbul, 1994, s. 161.
[19] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, Diriliş Yayınları: İstanbul, 2001, s. 409.
[20] Ertan Engin, “Sezai Karakoç’a Göre Batı ve Batı Karşısında Doğulunun Masalı”, Türk Dili, S. 760, Nisan 2015, s. 24.
[21] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 410.
[22] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham III Yazgı Seçişi, Diriliş Yayınları: İstanbul, 2013, s. 79.
[23] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 410-411.
[24] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 411.
[25] Ertan Engin, “Sezai Karakoç’a Göre Batı ve Batı Karşısında Doğulunun Masalı”, Türk Dili, S. 760, Nisan 2015, s. 25-26.
[26] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham III Yazgı Seçişi, Diriliş Yayınları: İstanbul, 2013, s. 90.
[27] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 412-413.
[28] Turan Karataş, Doğunun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaynak Yayınları: İstanbul, 2013, s. 323.
[29] Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü, Diriliş Yayınları: İstanbul, 2015, s. 34.
[30] Zekeriya Başkal, “Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Modernlik Eleştirisi”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi, S. 17, 2010, s. 62.
[31] Sezai Karakoç, Çağ ve İlham IV Kuruluş, Diriliş Yayınları: İstanbul, 2012, s. 26.
[32] Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, s. 413.
[33] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 404.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder