MEHMET ÂKİF ERSOY’UN MANZUM
HİKAYELERİNDE TOPLUMSAL TEMA
Kalıcı
olmak, ölümsüzlüğü yakalamak her şairin/yazarın bu dikenli yolun başına geldiğinde
dimağında yer alan en büyük hayalidir. Kimi şairler aynı ülküyü paylaştığı
milletinin dününde, bugününde ve yarınında yer almayı başarabiliyorken; kimi
şairler de sürdükleri bir nefeslik ömrün tamamlanmasıyla tarihin tozlu
sayfaları arasında yok olur gider.
Türk
tarihinin en sıkıntılı dönemlerine şahitlik etmiş, bu sıkıntıları iliklerine
kadar hissetmiş ve hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmadan davası uğruna mücadele
etmiş olan Mehmet Âkif, kalıcı olmayı başarabilmiş ender şahsiyetlerden
biridir.
Mehmet
Akif, denildiğinde akla bağımsızlığımızın sembolü olan İstiklal Marşı ve destansı
üslupla yazdığı Çanakkale şehitlerine şiiri gelmektedir. Onun büyük bir şair
olduğunu ispatlamak için hiç şüphesiz bunlar yeterlidir, hatta fazladır. Ancak
Âkif bu iki şiir dışında özellikle yazdığı manzum hikayelerle toplumsal
konuları gerçekçi bir üslupla ele almış, toplumun hassasiyetlerine tercüman
olmuştur.
Şiir ve
sanat anlayışını topluma faydalı olma noktasında toplayan Mehmet Âkif,
eserlerinde toplum için kurtarıcı ve gerekli olduğuna inandığı fikirler
üzerinde durur.
“Hayır,
hayal ile yoktur benim alışverişim...
İnan ki her ne demişsem, görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek!”
dizeleriyle
sanat anlayışını özetleyen Âkif, hayatı boyunca dürüstlüğü ilke edinmiş âbide
bir şahsiyettir. Aldığı eğitim ve terbiye onu içli, duygulu, milli ve manevi
değerlerine bağlı bir insan kılmıştır. Âkif halkın sıkıntıları ve dertleriyle
dertlenmiş, bunları eserlerinde dile getirmiş ve vatanın kurtuluşu için çareler
aramıştır. Âkif, toplumdaki bu acılardan dolayı yaralıdır. Onlara şifa
verememenin aczi ve ızdırabı içindedir. Bu nedenle toplumda gördüğü her yaraya
parmak basar; bunları harikulade gözlem yeteneğiyle bir resim tablosu haline
getirir. Akif’in
şiirini, bir nevi “bütün bir toplumun günlüğü” olarak kabul eden Sezai
Karakoç’a göre “Türk edebiyatında, Âkif kadar, hayatı şiire ve şiiri hayata
sokmuş şair yoktur.” Akif, yüzyıllardır
sahip olduğu iman değerlerini, çok yönlü bir çözülüşün etkisi altında kaybetme tehlikesiyle karsı karsıya gelen Türk Milleti’nin durumundan rahatsızlık duymakta ve
sanatı ile bunu ifadeye gayret göstermektedir.
Prof. Dr. Mehmet KAPLAN, Âkif’in sanatının
büyüklüğünü “Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı
devri bütün teferruatı ile gören ve gösteren başka bir sair
yoktur, denilebilir. Safahat, adeta muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen
bir manzum romana benzer: Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir,
fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk, yüksek
tabaka, münevver, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp,
sulh, şehircilik, köycülük, mazi, halihazır, hayal, hakikat, hemen hemen
her şey Akif’in duyuş ve görüş sahnesine girer.” sözleriyle özetler.
Halk acı çekerken, toplum rezil ve
sefil olup yerde sürüklenirken hassas bir kalp taşıyan Akif in kendinden
bahsetmesi beklenemezdi. Bu nedenle,
"
Hânümanlar çöküyor, zelzele yalnız bana mı?
Ortalık can çekişirken açamam ben yaramı
"
diyerek kendi dertlerinden söz etmeyi
insafsızlık olarak görmüştür.
"Bir değil yüz bin bahar indirse hattâ
asuman;
Hiç kımıldanmaz benim ruhumda kök salmış hazan!
Dem çeker bülbül... Benim beynimde baykuşlar
öter!
Sonra, karşımdan geçer, bir bir, yıkılmış
ianeler! "
Bu dizelerinde
sözünü ettiği "yıkılmış ianeler" ise onun şiirinde çok önemli bir
yere sahiptir. Çünkü yuvaların yıkılıp ailenin dağılması toplumun zarar
görmesine neden olacaktır. Topluma baktığı her an bu duyguları yaşayan, kötü
gidişi gören Akif, sanatı, şiiri bir mesaj olarak
görür ve o yolda
kullanmaya çalışır. Edebiyattan beklediği de aynı şeydir. Nasıl bir edebiyata
ihtiyaç duyulduğunu şöyle ifade eder:
"Biz bugün hey'et-i içtimâiyemizin gözünü açacak,
hissiyatını yükseltecek, hamiyyetini galeyana getirecek, ahlâkını tehzîb
edecek, hülâsa bize her ma'nâsıyla ders-i edeb verecek bir edebiyata
muhtacız..."
Akif’in
toplumun günlük hayatına ve sorunlarına dair çizdiği tablolar “çoğu zaman
bir feryatla, acı bir çığlıkla” gözler önüne serilir. Yaşanan çöküş ve
yozlaşmalar, Akif gibi toplumuna karşı duyarlı bir şairi son derece üzer. Şiirlerinde
resmettiği bu manzaralar karşısında bu nedenle de kimi zaman acılı ve öfkeli,
kimi zaman eleştirel kimi zamana coşkulu, ya da müşfik bir ses tonu kullanır.
Akif neyi konu alırsa alsın onun şiirlerinde değişmeyen özellikler, onun
gerçeği yansıtmakta gösterdiği özen ve bunu dile getirişteki samimiyettir.
Âkif,
toplumsal mesajlarını cami, okul, meyhane ve kahvehane olarak ön plana çıkan
dört kurum üzerinden vermektedir. Bir bakarız Akif Süleymaniye Camii ve Fatih Camii
üzerinden mesajlarını vermekte, bir bakarız meyhane ve kahvehane üzerinden.
Çalışma,
insanın en temel eylemlerinden ve insan olarak var olmanın şartlarından
biridir. Hayatın tüm alanlarında insanın muvaffak olduğu başarılar, onun
çalışan bir varlık olmasına dayanır. Çalışmayanın
insanlar arasında değeri de olmaz. Âkif, bu gerçeği şu dizelerle vurgular:
“Bekayı
hak tanıyan, say’i bir vazife bilir
Çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.”
Çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.”
Âkif’in
bütün şiirlerinde “çalışma” üzerinde çok durduğu görülmektedir. Hatta bütün
kainat çalışma halindedir ve yorulmaz. Çalışmayan insan tabiatın dışındadır.
Durmak bir millet için ölmek demektir. Kaderci insan Allah’ı her işine vekil
etmiş, her şeyi onun yapmasını beklemektedir. Tevekkülü yanlış yorumlamakta ve
din adına hurafeler uydurmaktadır. Bunu şu dizelerde görürüz:
“Çalış!" dedikçe şeriat, çalışmadın,
durdun,
Onun
hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda
bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı
dîni çevirdin onunla maskaraya…”!
Akife’e göre bozulan toplumu düzeltme görevi
okul ve öğretmenlere aittir. Bir toplumun kalkınması, müreffeh bir toplum
haline gelebilmesi için eğitim şarttır. Onun arzu ettiği toplumu oluşturacak
fertleri yetiştirecek öğretmen çok önemlidir.
Ona göre öğretmen imanlı, edepli liyakatli ve vicdanlı olmalıdır:
“Muallim
ordusu derken, çekirge orduları
Çıkarsa ortaya, artık hesâb edin zararı!
‘Muallimim’ diyen olmak gerektir îmanlı;
Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz: vazife, çünkü, büyük…”
Âkif’in mensup olduğu millet ilim,
teknoloji ve bilginin ahlak ve faziletin doruğunda olmalıdır. Çünkü teknoloji
ve ahlaktan uzak milletler diğer milletlerin ayakları altında ezilemeye mahkûmdurlar.
Âkif, vatan ve millet kavramını hep birlikte ele almıştır. Vatanın batması
demek milletin yok olması demektir. Akif, bir milletin birlik ve beraberlik
içinde olması gerektiğini söyler. “
Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve
yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek, herkes kendi
başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü
zaman yıkılır.” Milletimiz bir
oldukça, düşmana karşı yek vücut oldukça asla yıkılmayacaktır. Allah (c.c.)
Kur’an-ı Kerim’de : “Hep birlikte
Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan
nimetini hatırlayın…” buyurmaktadır. Yine Hz. Muhammet (SAV) : “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.”
buyurmaktadır. İslami hakikatleri sanatının birinci kaynağı yapan Âkif, bu
durumu düşünce imbiğinden geçirmiş ve Süleymaniye Kürsüsünde şu dizelerle dile
getirmiştir:
"Girmeden tefrika bir millete düşman
giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top
sindiremez"
Âkif’e göre toplumun en önemli yapı
taşlarından birisi hiç şüphesiz ailedir. Aile kurumu daima ayakta tutulmalıdır.
Aile müessesine ve topluma en büyük zararı meyhaneler vermektedir.
"Basık
tavanlı, karanlık, sefil bir dükkan;
İçinde
bir masa, yâhud civar tabutluktan
Atılma
çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında
hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Beş
on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgâhlık
Eden
yan üstüne devrilme kirli bir sandık…”
İşte bu manzaraya sahip meyhaneler
birçok ailenin dağılmasına neden olmuştur. Zamanını burada geçiren insanlar dünya
hayatından pişmanlık duymakta, çıkan dünya işlerine yabancılaşmakta, ümitlerini
kaybetmektedir. Geride kalan çocuklar, yaşlı analar, eşler mağdur edilmekte.
Akif bu durumu “Meyhane” şiirinde meyhanede kocasına evine götürmeye gelen
kadının ağzından şöyle ifade eder:
“Ayol, nedir
senin bu yaptığın? Utan azıcık…
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade;
Sakın düşünme çocukların ne yer evde?”
Oradaki
insanların kendine yardım edeceğini ummaktadır. Ancak bu sefil insanlar yardım
yerine yangına körükle giderler. Onların tahrikleriyle bilincini ve ruhunu
yitirmiş olan koca karısını boşar. Âkif, bugün de toplumumuzun kanayan yarasına
o günden parmak basmış ve toplumsal konulardaki duyarlılığıyla toplumu okumada ne derece başarılı olduğunu
göstermiştir.
Âkif, meyhaneden sonra gözünü
kahvehaneye diker. Kahvehane de tıpkı meyhane gibi toplumun çekirdeği olan
aileyi yıkar. İnsan mutluluğu burada değil evinde aramalıdır. Kahvehanedeki
insanları şöyle tarif eder:
"Dilenci şekline
girmiş bu sinsi caniler,
Bu, gündüzün
bile yol vermeyen, haramiler,
Adımda bir,
dikilir, azminin, gelir, önüne...
Zavallı yolcunun
artık kıyar bütün gününe!
Evet, dilenci
sanır seyreden kıyafetini;
Fakat bir onluğa
âgûş açan sefaletini,
Görüp de rikkate
şayan, biraz sokulsa, hemen,
Vurur şikârını tâ kalbinin
samîminden!
Âkif,
Frengiden daha tehlikeli bulduğu, ülke için yüz karası gördüğü hatta ülkeyle
sınırlamayıp tüm Doğu’nun en kanlı yarası olarak nitelediği bu kuruma büyük bir
nefretle bakıyor. Akif, kahveyi katil olarak niteler. Bu kez o tüm Doğu’nun
katilidir. Ve daha şiirinin başında:
"Mahalle
kahvesi hala niçin kapanmamalı?
Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!
" diyerek kahvehanelerin kapatılmasını ister.
Mehmet Âkif, mütedeyyin bir insandır. O, İslam dinin
bütün hassasiyetlerini yüreğinde hissetmekte, Kur’an ve sünnet ışığında
hayatını idame ettirmektedir. Onun bu hassasiyetini “Meyhane” ve “Mahalle
Kahvesi” adlı şiirlerde görmekteyiz. Âkif, meyhaneyi ve kahvehaneyi anlatırken
kendi ağzından değil, üçüncü kişinin ağzından anlatır. Onu şiirde de olsa bu mekânlarda
göremeyiz.
Âkif, aile hayatını önemser. O,
meyhane ve mahalle kahvesi yerine aile hayatını koymak suretiyle bir alternatif
sunar. Aile hayatını en büyük saadet olarak gösterir:
"Hayât-ı
aile" isminde bir ma'işet var;
Sa'âdet
ancak odur... Dense hangimiz anlar?
Hayât-ı aile dünyada en safalı hayât,
Fakat o alemi bizler tanır mıyız heyhat!
Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;
Evinde akşam olursan kemâl-i izzetle;
Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa,
Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa;
Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?
İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı?
Mehmet
Akif’in şiirlerinde ele aldığı insanlar arasında yetim ya da öksüz kalmış,
kimsesiz insanlar önemli bir yer tutar. Bunların bir kısmı çocuk yaşta
ailesini, annesini ya da babasını kaybetmiş çocuklar bir kısmı ise yalnız
yaşayan, kimsesi olmayan yaşlı insanlardır. Kimsesiz insanların hasta olması ya
da ölmesi, manzumelerde acıma ve merhamet duyguları öne çıkarılarak işlenir.
Bunlardan ilki “Hasta” manzumesidir. Burada anlatılan olay, manzumenin başında belirtildiği
üzere Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçer. Dolayısıyla bu konu, şairin birebir gözlemlediği,
gerçek bir olay etrafında şekillenir.
Âkif, elindeki hakikat aynasını
toplumun her kesiminin üzerinde gezdirir. Bazen görevini layıkıyla yapmayan doktor
eleştirilerinden nasibini alır. Hastasını soymadan muayene eden doktora şöyle
seslenir :
“- Bence Doktor, onu siz soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet? Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,”
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet? Nerede?
Çocuğun hali fenalaştı son günlerde,”
Âkif yaşlılara, kadınlara ve
çocuklara hep merhamet nazarıyla bakmış ve bu durumu sık sık dile getirmiştir. Âkif,
boşanmanın şiddetle karşısındandır. Şair, Hz. Peygamberin "Bir talâk oldu mu dünyâda, semâlar
titrer!"
hadisini “Köse İmam” adlı şiirinde “ilmi az, görgüsü
çok, fıtratı yüksek” bir mahalle imamının dilinden şöyle anlatıyor:
“Müslümanlıkta
şeriat bunu emretmiş imiş
Hem alır hem de boşarmış: Ne kadar sade bir
iş”
Şair
kadına şiddetin münasebetsizliğini yine Köse İmam’da dile getirir :
Keyfim
ister döverim, sen diyemezsin : Dövme.
Bu tecavüz sayılır doğrusu haysiyyetime
- Hangi haysiyyetin, oğlum? O da varmış desene!
Kadınlara
karşı davranışta, onların yardımına koşmanın en başta gelen vazife olduğunu
söyleyen şair; ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar olmak üzere üç sınıf halka
içinin parçalandığını, bunlara merhamet, güler yüz, iyi muamele göstermek
gerektiğini söyler:
“Üç sınıf halka içim
parçalanır, hem ne kadar!
İhtiyarlar, karılar, bir de
küçükler; bunlar
Merhamet görmeli, yüz görmeli
insanlardan;
Yoksa insanlığı bilmem nasıl anlar
insan?”
“Dirvas” şiirinde halk yoksulluk içinde kıvranırken
kendisi sefahat içinde yaşayan yöneticileri eleştirir ve onlara yol gösterir. Fatih
Kürsüsünde vaizin ağzından toplumsal duyarlılıktan yoksun insanları; zavallı, hayata
küskün, züppe ve kılıksız, sefahat zevkince yaşayanlar olarak niteler ve bu
insanlarla topluma mesaj verir. Akif, dostlarına ve sevdiklerine karşı daima
vefalı olmuştur. Toplumdaki her ferdi simgeleştirdiği “Seyfi Baba” ile vefalı
olmaya, dostlarını unutmamaya, yaşlıları ziyaret etmeye davet eder.
Akif, yöneticide bulunması gereken vasıfları
İslam tarihinden örnek aldığı bir menkıbe ile aktarır. “Kocakarı ile Ömer” adlı
manzum hikayede:
“Kenâr-ı
Dicle‟de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i
ilâhî sorar Ömer‟den onu!
Bir ihtiyar karı
bî-kes kalır, Ömer mes‟ûl!
Yetîmi
girye-i hüsrân alır, Ömer mes‟ûl!
dizleriyle yöneticilere
örnek olması gereken asr-ı saadet’i model olarak sunar. Çünkü İslam inancına
göre bir devletin yöneticisi, o ülkedeki her türlü sefaletten, haksızlıktan,
zulümden sorumlu olan ve bu sıkıntıları bilip buna çözüm üretmesi gereken
konumdadır; idarecinin asli görevi de budur.
Milletine karşı vazifesini layıkıyla
yerine getiren Âkif, milletimizin hafızasının her köşesinde kalıcı akisler
bırakmış olmasına rağmen mütevazılığı elinden bırakmaz:
Toprakta gezen gölgeme
toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma;
Sessiz yaşadım; kim, beni, nereden bilecektir...
Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma;
Sessiz yaşadım; kim, beni, nereden bilecektir...
Akif’in gözlem
ve tasvirlerdeki ayrıntı gücü, kendine özgü anlatım tarzı, şefkatle isyan
arasında gidip gelen söylem tonu, lirizmi, sağlam kompozisyonu ve aruza başarıyla
uyguladığı dili, gür sedasıyla ile edebiyatımızda hep en müstesna yere
sahiptir. Bizler, şiirimizin ve düşünce
hayatımızın, dîni lirizmin gür sesi olan Âkif’i hep duyduk ve duymaya devam
edeceğiz
Sözü Akif’in, Süleymaniye
Kürsüsünde adlı eserin sonunda yaptığı duanın bir bölümü ile bitirelim:
“Yâ ilâhî
bize tevfîkini gönder…
-Âmin!
Doğru
yol hangisidir, millete göster….
-Âmin!
Rûh-ı İslâm‟ı
şedâid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü te‟dîb ise
maksûd-ı mehîbin, gerçek,
Nâra yansın mı
beraber bu kadar mazlûmun?
Bî-günâhız
çoğumuz… Yakma İlâhî!
-Âmin! Bilal YANIK
Ünye Mehmet Refik Güven Fen
Lisesi Müdür Başyardımcısı
1-AKTAS,
Şerif, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi, C.1, Akçağ Yay. Ankara, 2003.
2-AKYÜZ, Şerif, Batı Tesirinde
Türk Şiiri Antolojisi, İnkılap Kitabevi, 6. bs. İstanbul 1985
3-BANARLI, Nihad Sami, Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Basımevi, İstanbul 1997
4- ENGİNUN, İnci, Yeni Türk
Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yay. 3. Bs. İstanbul 1998
5- KABAKLI, Ahmet, Şiir
İncelemeleri, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İstanbul 1992
6- KAPLAN, Mehmet, Şiir
Tahlilleri, C.1 Dergâh Yay. İstanbul, 1998.
7-
KARAKOÇ, Sezai, Mehmet Âkif, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1996.
8-
OKAY, Orhan, Batılılaşma Devri Türk
Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005,
9- TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat
Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. 5. bs. İstanbul, 1998.
10- YILDIRIM, Tahsin, ÖZDEMİR
Saban, Fikirler ve Hatıralar Etrafında Mehmet Akif’i Anlamak, Yağmur Yay.
İstanbul, 2008.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder