BUZ DAĞI-1
‘‘Sen. Benim. Arkadaşımdın.’’ dedi her bir kelimenin üzerinde durarak.
En çok da geçmiş zamanı vurgulayarak. Biraz da kaybetmenin acı hissini
duyumsayarak.
‘‘Neden o olmak zorundaydı…’’ dedi biraz önceki öfkenin aksine
çaresizliğin pençesinde kıvranırken. En çok da yarım kalanları hatırlarken.
Biraz da bitirmeye zorlarken.
‘‘Ama seni asla affetmeyeceğim!’’ dedi, içini ihanetin derin sızısı
doldurmuştu. En çok da canı yanıyordu. Biraz da gözleri dolmuştu.
Daha önce birçok kez, silahını başka hayatlara doğrultmuştu. Daha önce
çok kez namlunun ucundaki hayatları söndürmüştü. Daha önce de insan öldürmüştü.
Ama bu kez namlunun ucundaki hayat, kendi hayatını hiçe saymak uğruna
koruyacağı bir hayattı. Tüm silahların önüne kendi bedenini siper edeceği bir
hayat… Arkadaşının hayatı. Kendi kadınına dokunmuş olan arkadaşının hayatı.
Hayır, artık arkadaşı bile değildi. Evet, hiçbir şeydi. Fakat hiçbir şey olmak,
bir dakika öncesine kadar her şey olduğu gerçeğini örtemiyordu. Ve örtülemeyen
bu gerçek, tetiğe basmasına engel oluyordu.
Oysa hiç zor değildi, bir insanın canını almak, hayatına son vermek. En azından
bir kiralık katil için zor olmamalıydı. Zor olması demek, hissetmek demekti.
Hissetmek, duygularının olmasıydı. Oysa bir katilin duyguları olmazdı.
Her gün, bir kalbin çarpmasını engelleyen bir katilin kalbi, tek bir
kalbin çarpmasına bu kadar istekli olmazdı.
Yok ettiği onca hayat karşısında buz tutmuş olan bir katilin kalbi, tek
bir hayat karşısında alev almazdı.
Almamalıydı.
Bu olduğu - hayır aslında dönüştüğü- şeyin doğasına aykırıydı. Gerçi
güvenmek bile doğasına aykırıydı ama o güvenmişti. Şimdi elindeki tabancanın
ucunda hedef olan o kişiye güvenmişti. Güvenmişti ve yanılmıştı da. Bu ona
pahalıya mal olmuştu.
‘‘Biz arkadaştık. Ben âşıktım. Sahip olduğum tek şey o’ydu.’’ Kendi
kendine konuşur gibi mırıldandığı bu cümleler, her şeyin özetiydi. Başlangıcı
ve sonuydu. Bu loş ve hurdalarla dolu sokakta tanıştırmıştı onları ve yine bu
sokakta her şeyi bitirmek istiyordu. Başladığı yerde bitirmek. Belki hiç
başlamamış olmalıydı ama hiç bitmemesi düşünülemezdi. Başladıysa bitecekti.
Bitmeliydi. O bitirecekti.
‘‘Neden sahip olduğum tek şeye dokundun?’’ Ağlamak, güçsüzlüğün ifadesi
olmasaydı kendi gözünde, kesinlikle ağlardı. O an için burada ağlamazsa, başka
bir yerde ağlayamaz gibi gelmişti. Sanki hayatı bundan daha kötü olamazmış
gibi. Olamazdı da zaten. Kardeşim dediği arkadaşı ve hayatım dediği kadını.
Önceden kardeşim için hayatımı veririm,
derdi. Şimdi sözünün arkasında durup kardeşi
için hayatını vermeli miydi? Kardeşi hayatını bu kadar istiyorken?
Başını iki yana öyle hızlı salladı ki sanki birisine hayır der gibiydi.
Öyleydi zaten. Kendisiyle savaşıyordu. Arkadaşlık ve aşk arasındaki arafta
çıkış yolu arıyordu ama arkadaşı bunu anlayamamıştı. Bu yüzden söylememesi
gereken şeyleri söyledi.
‘‘Üzgün olmamın bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum ama üzgünüm. Onu
sevdiğini biliyorum ama onu bende seviyorum ve o da beni seviyor. Bunu da sen
biliyorsun.’’ Fısıldamıştı ama kelimeler geceyi yırtacakmış gibi çığlık
çığlığaydı.
Arkadaşının sözleri, hareketleriyle anlam kazandı. Önce, namluyla arasına
minik bedenini siper eden kadını, ardına almaya çalıştı. Kadın, minik bedeninin
aksine güçlüydü. Sonra vazgeçti arkadaşı, minik bedenin minik omuzlarına doladı
kollarını. İkisi beraber tüm teslimiyetleriyle ona baktı.
Teslimiyetten ziyade bir
olmaları dokunmuştu ona. Bunca zaman olmayı hayal ettiği birliği şimdi karşısında görüyordu. Canı yanmıştı ve sağ elinin işaret
parmağı tetiği daha sıkı sardı.
‘‘Şu kirli ağzını kapatacak mısın? Sana güvenmiştim ama bundan sonra
sadece lanet okuyacağım.’’
İki beden, karşısında bir bütün olmuştu. Görünürde, hedef olan iki insan
vardı ama aslında sadece o vardı.
Yaşam, onun için nefes almak ve nefes vermek değildi. Onun için yaşam, namlunun
ucunda hedef olan bu iki kişiydi ve tetiği çektiği andan itibaren onları değil,
kendini öldürmüş olacaktı.
Kendisi bir buz dağıydı şimdi. Görünmeyeni görünenden daha büyüktü ve
karşısındaki bu iki insan, onun sadece görünen kısmana bakıyorlardı. Oysa
marifet görünmeyeni görmekti. Anlaşılmayanı anlamaktı. Göremediler.
Anlayamadılar.
‘‘Silahı bize doğrulttuğunu gördüğüm için acı çekiyorum.’’ dedi
arkadaşı.
‘‘Bunca zaman acı çeken sadece, bendim. Benim acı çektiğim zamanlarda
sen, sadece izledin. Sen arkadaşlığı bozdun. Sen aşkı bozdun.’’ Bir cümle daha
söylenmeyi bekliyordu ve sanki o söylendiğinde her şey bitecekti.
‘‘Bu bir savaş.’’ diye fısıldadı. ‘‘Ve sen bir korkaksın.’’
Minik bedenin ağladığını fark etti.
Kocaman olmuş gözlerini, kendisinin öfkeden kısılmış gözlerinden ayırmadan
ağlıyordu. İnci kadar değerli bu gözyaşları, değersiz taşların örttüğü sokağa
akıyordu.
‘‘Bir korkaksın ve onu tekrar ağlattın.’’
İki âşık sanki bir işaret almış gibi
gözlerini kapattı. Onun gözlerinde kararlılık vardı.
‘‘Sen, arkadaşım, aşkımı bozan
kişisin.’’
Ve sonra bir silah sesi duyuldu.
Önde olan minik beden bir sıcaklık aradı önce, sonra keskin bir acı. Ama
nedense acının olması gereken yerde hiçlik vardı. Birde gümbürdeyen kalbi.
Gözlerini açtı.
Arkada olan beden, alnında aradı kurşunu. Daha uzundu ve hedefteki o’ydu.
Arkadaşı onu vuracaktı, emindi ama hala şuuru yerindeydi. Gözlerini açtı.
İkisinin gözleri de aynı anda açılmıştı. Aynı anda yüzlerindeki korku
şaşkınlığa dönüştü ve aynı anda ileri atıldılar.
Kurşun, kendisini sıkanın boynuna saplanmıştı ve geride bıraktığı
boşluktan kanlar fışkırıyordu. İntihar gibi gözüküyordu ama olan intihar
değildi. Kardeşi için hayatını vermiş, yaşamak için yaşamamayı
tercih etmişti. Arkası uçurum olan iki farklı yoldan gitmektense kendini
uçuruma atmayı tercih etmişti. Böylece işaret parmağı tetiğe basarken namlunun
ucundaki hedef, kendi şah damarıydı.
Dizlerinin üzerine düşmüştü. Geriye doğru yuvarlanmadan önce iki çift
kol tarafından yakalandı. Bilinçsizliğin kıyısındayken ince ve kalın ağlama
sesleri duyuyordu. Sonra hayatı gözü önünden geçti. Onca insanın katili olmuştu.
Şimdi de kendisinin katiliydi. Nasıl başlarsa öyle bitiyordu işte, ölümle
başlamış ölümle bitmişti. Doğarken annesini öldürmüştü, şimdi kendini.
Ne sözünden caymıştı, ne yaşamsız kalmıştı. Bir tercih yapmıştı lakin
tercihi, tercihlerden biri değildi. İkisinden birini öldürmek ya da sadece
birini öldürmek ile kendisini öldürmek aynı şeydi, değil mi? O zaman pişmanlığa
gerek yoktu.
Son nefesini salıvermeden önce iç cebine koyduğu iki konser biletini
çıkardı. Şimdi ağlıyordu. Ağlamak tüm olanları anlamlı kılıyordu. Ağlamak son
vuruştu. Son mühürdü. Sondu.
O, bir buz dağıydı. Görünmeyeni, görüneninden daha büyüktü.
Kübra Canan Toraman
Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2.sınıf öğrencisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder