10 Temmuz 2015 Cuma

HİKAYE BUZ DAĞI-1



BUZ DAĞI-1


    ‘‘Sen. Benim. Arkadaşımdın.’’ dedi her bir kelimenin üzerinde durarak. En çok da geçmiş zamanı vurgulayarak. Biraz da kaybetmenin acı hissini duyumsayarak.
    ‘‘Neden o olmak zorundaydı…’’ dedi biraz önceki öfkenin aksine çaresizliğin pençesinde kıvranırken. En çok da yarım kalanları hatırlarken. Biraz da bitirmeye zorlarken.
    ‘‘Ama seni asla affetmeyeceğim!’’ dedi, içini ihanetin derin sızısı doldurmuştu. En çok da canı yanıyordu. Biraz da gözleri dolmuştu.
    Daha önce birçok kez, silahını başka hayatlara doğrultmuştu. Daha önce çok kez namlunun ucundaki hayatları söndürmüştü. Daha önce de insan öldürmüştü.
    Ama bu kez namlunun ucundaki hayat, kendi hayatını hiçe saymak uğruna koruyacağı bir hayattı. Tüm silahların önüne kendi bedenini siper edeceği bir hayat… Arkadaşının hayatı. Kendi kadınına dokunmuş olan arkadaşının hayatı. Hayır, artık arkadaşı bile değildi. Evet, hiçbir şeydi. Fakat hiçbir şey olmak, bir dakika öncesine kadar her şey olduğu gerçeğini örtemiyordu. Ve örtülemeyen bu gerçek, tetiğe basmasına engel oluyordu.
    Oysa hiç zor değildi, bir insanın canını almak, hayatına son vermek. En azından bir kiralık katil için zor olmamalıydı. Zor olması demek, hissetmek demekti. Hissetmek, duygularının olmasıydı. Oysa bir katilin duyguları olmazdı.
    Her gün, bir kalbin çarpmasını engelleyen bir katilin kalbi, tek bir kalbin çarpmasına bu kadar istekli olmazdı.
    Yok ettiği onca hayat karşısında buz tutmuş olan bir katilin kalbi, tek bir hayat karşısında alev almazdı.
    Almamalıydı.
    Bu olduğu - hayır aslında dönüştüğü- şeyin doğasına aykırıydı. Gerçi güvenmek bile doğasına aykırıydı ama o güvenmişti. Şimdi elindeki tabancanın ucunda hedef olan o kişiye güvenmişti. Güvenmişti ve yanılmıştı da. Bu ona pahalıya mal olmuştu.
    ‘‘Biz arkadaştık. Ben âşıktım. Sahip olduğum tek şey o’ydu.’’ Kendi kendine konuşur gibi mırıldandığı bu cümleler, her şeyin özetiydi. Başlangıcı ve sonuydu. Bu loş ve hurdalarla dolu sokakta tanıştırmıştı onları ve yine bu sokakta her şeyi bitirmek istiyordu. Başladığı yerde bitirmek. Belki hiç başlamamış olmalıydı ama hiç bitmemesi düşünülemezdi. Başladıysa bitecekti. Bitmeliydi. O bitirecekti.
    ‘‘Neden sahip olduğum tek şeye dokundun?’’ Ağlamak, güçsüzlüğün ifadesi olmasaydı kendi gözünde, kesinlikle ağlardı. O an için burada ağlamazsa, başka bir yerde ağlayamaz gibi gelmişti. Sanki hayatı bundan daha kötü olamazmış gibi. Olamazdı da zaten. Kardeşim dediği arkadaşı ve hayatım dediği kadını. Önceden kardeşim için hayatımı veririm, derdi. Şimdi sözünün arkasında durup kardeşi için hayatını vermeli miydi? Kardeşi hayatını bu kadar istiyorken?

    Başını iki yana öyle hızlı salladı ki sanki birisine hayır der gibiydi. Öyleydi zaten. Kendisiyle savaşıyordu. Arkadaşlık ve aşk arasındaki arafta çıkış yolu arıyordu ama arkadaşı bunu anlayamamıştı. Bu yüzden söylememesi gereken şeyleri söyledi.
    ‘‘Üzgün olmamın bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum ama üzgünüm. Onu sevdiğini biliyorum ama onu bende seviyorum ve o da beni seviyor. Bunu da sen biliyorsun.’’ Fısıldamıştı ama kelimeler geceyi yırtacakmış gibi çığlık çığlığaydı.
    Arkadaşının sözleri, hareketleriyle anlam kazandı. Önce, namluyla arasına minik bedenini siper eden kadını, ardına almaya çalıştı. Kadın, minik bedeninin aksine güçlüydü. Sonra vazgeçti arkadaşı, minik bedenin minik omuzlarına doladı kollarını. İkisi beraber tüm teslimiyetleriyle ona baktı.
    Teslimiyetten ziyade bir olmaları dokunmuştu ona. Bunca zaman olmayı hayal ettiği birliği şimdi karşısında görüyordu. Canı yanmıştı ve sağ elinin işaret parmağı tetiği daha sıkı sardı.
    ‘‘Şu kirli ağzını kapatacak mısın? Sana güvenmiştim ama bundan sonra sadece lanet okuyacağım.’’
    İki beden, karşısında bir bütün olmuştu. Görünürde, hedef olan iki insan vardı ama aslında sadece o vardı. Yaşam, onun için nefes almak ve nefes vermek değildi. Onun için yaşam, namlunun ucunda hedef olan bu iki kişiydi ve tetiği çektiği andan itibaren onları değil, kendini öldürmüş olacaktı.
    Kendisi bir buz dağıydı şimdi. Görünmeyeni görünenden daha büyüktü ve karşısındaki bu iki insan, onun sadece görünen kısmana bakıyorlardı. Oysa marifet görünmeyeni görmekti. Anlaşılmayanı anlamaktı. Göremediler. Anlayamadılar.
    ‘‘Silahı bize doğrulttuğunu gördüğüm için acı çekiyorum.’’ dedi arkadaşı.
    ‘‘Bunca zaman acı çeken sadece, bendim. Benim acı çektiğim zamanlarda sen, sadece izledin. Sen arkadaşlığı bozdun. Sen aşkı bozdun.’’ Bir cümle daha söylenmeyi bekliyordu ve sanki o söylendiğinde her şey bitecekti.
    ‘‘Bu bir savaş.’’ diye fısıldadı. ‘‘Ve sen bir korkaksın.’’
Minik bedenin ağladığını fark etti. Kocaman olmuş gözlerini, kendisinin öfkeden kısılmış gözlerinden ayırmadan ağlıyordu. İnci kadar değerli bu gözyaşları, değersiz taşların örttüğü sokağa akıyordu.
    ‘‘Bir korkaksın ve onu tekrar ağlattın.’’
İki âşık sanki bir işaret almış gibi gözlerini kapattı. Onun gözlerinde kararlılık vardı.
    ‘‘Sen, arkadaşım, aşkımı bozan kişisin.’’
    Ve sonra bir silah sesi duyuldu.
    Önde olan minik beden bir sıcaklık aradı önce, sonra keskin bir acı. Ama nedense acının olması gereken yerde hiçlik vardı. Birde gümbürdeyen kalbi. Gözlerini açtı.
    Arkada olan beden, alnında aradı kurşunu. Daha uzundu ve hedefteki o’ydu. Arkadaşı onu vuracaktı, emindi ama hala şuuru yerindeydi. Gözlerini açtı.
    İkisinin gözleri de aynı anda açılmıştı. Aynı anda yüzlerindeki korku şaşkınlığa dönüştü ve aynı anda ileri atıldılar.
    Kurşun, kendisini sıkanın boynuna saplanmıştı ve geride bıraktığı boşluktan kanlar fışkırıyordu. İntihar gibi gözüküyordu ama olan intihar değildi. Kardeşi için hayatını vermiş, yaşamak için yaşamamayı tercih etmişti. Arkası uçurum olan iki farklı yoldan gitmektense kendini uçuruma atmayı tercih etmişti. Böylece işaret parmağı tetiğe basarken namlunun ucundaki hedef, kendi şah damarıydı.
    Dizlerinin üzerine düşmüştü. Geriye doğru yuvarlanmadan önce iki çift kol tarafından yakalandı. Bilinçsizliğin kıyısındayken ince ve kalın ağlama sesleri duyuyordu. Sonra hayatı gözü önünden geçti. Onca insanın katili olmuştu. Şimdi de kendisinin katiliydi. Nasıl başlarsa öyle bitiyordu işte, ölümle başlamış ölümle bitmişti. Doğarken annesini öldürmüştü, şimdi kendini.
    Ne sözünden caymıştı, ne yaşamsız kalmıştı. Bir tercih yapmıştı lakin tercihi, tercihlerden biri değildi. İkisinden birini öldürmek ya da sadece birini öldürmek ile kendisini öldürmek aynı şeydi, değil mi? O zaman pişmanlığa gerek yoktu.
    Son nefesini salıvermeden önce iç cebine koyduğu iki konser biletini çıkardı. Şimdi ağlıyordu. Ağlamak tüm olanları anlamlı kılıyordu. Ağlamak son vuruştu. Son mühürdü. Sondu.
    O, bir buz dağıydı. Görünmeyeni, görüneninden daha büyüktü.

                                                                           Kübra Canan Toraman

                                                                                                                  Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2.sınıf öğrencisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder