İSİMSİZ HİKÂYE
Son
zamanlarda iyice bunalmıştı. Üniversite münasebetinden ötürü tebdil-i mekânın
getirdiği müferrah iklim yerini sonbahar rüzgârına ve kendini iyiden iyiye
hissettiren kış soğuğuna bırakmıştı. Bütün bunlar -bu ufak hadiseler- hayatında
bi kere gördüğü ve büyük ihtimalle bi kere görmüş olacağı kırmızı parkalı
meçhûl'e isim verme sıkıntısının yanında hiçbir anlam ifade etmemişti. Bu
anlamsız anlam arayışının getirdiği boşluk sadece gözlerinde görünmemiş
oturduğu taburenin müdavimi olan sıska kedilere dahi sirayet etmişti. O
kediler, hâlden mi anlamışlardı hemdert mi olmuşlardı, anlamadım.
Yağmur damlalarından ötürü hafif yıpranmış olan masadaki nice genç kalemlerin künyesi dergiyi bile tetkik etmemiş, boşluk ile olan münasebetine müdahale kabul etmemişti. Bi anlık dalgınlık anında gördüğü kırmızı parkalı meçhûl, zamanla okyanusta olmak isteyen su damlası hüviyeti kazanmıştı. Parke taşındaki su damlasının umman arayışı bunun tezahürü olsa gerek.
Sessizliğinde bilinmez ve hâlindeki perişanlık, hafif esen rüzgâr sonrasında yerini kayıp bi telaşa bırakmıştı. Yola çıkma düşüncesinin bünyesindeki göstergesi olan somurtkan yorgunluğu, hüznün kayıp iklimindeki soluk papatya taneleri misali belirsiz bi hâl almıştı. İnce belli bardağındaki çayı dahi yudumlamaya takati olmadığının farkına varmıştı. Ruh-beden karmaşasındaki varlığının metafizik düşüncesiyle zuhur eden bilinmezlik hâli, oturduğu tabureye bedeninin müebbet olduğunu kendisine kabul ettirmişti.
Dayanamadı bilinmezin yokluğuna. Attı parkasını omzuna, can aramaya çıktı ince uzun yollara. Sokak sokak dolandırdı bi meçhûl râyiha. Aramayla bulamadı amma bulmak için aradı, hayalindeki tek cümleyi fısıldamak için sonsuzluğa. Cami avlularına, kitap sayfalarına, hastane odalarına baktı, bulamadı. Kalem uçlarında bulurum sandı isimsiz meçhulün gölgesiz suretini. Bu yalan oyun ağır geldi varlığına. Kimsesiz bi odaya kapandı günler geceler boyunca. Gâip derûni yankı üzre gördü esrarı orda, bilinmez aynadaydı güyâ. Baktı inanamadı, gördü inanamadı; tam karşısında meçhûl kırmızı parka. Tek kelime etse çıldıracaktı, var gücüyle itti ve düştü, kırıldı ayna. Yerde irili ufaklı her şey paramparça. Bu oyunu oynayan aynaydı, ayna yalancıydı.
Çok şey yalan, çok şey gerçek…
Günler geceler miada erdi. Zaman ırmağının mehtabında hakikat sızıntıları dile geldi..
Ve ilk sorduğu soruyu en son tekrar sordu:
-Nasılsın?
Hâlbuki sormuştu nasılsın diye, niçin tekrara düşmüştü? Yüzünde hazan tebessümleri gördüğü için mi, kimsesizlik içinde kimse aradığını fark ettiği için mi ve yahut öylesine sormuştu.
Ama hayır! Aldığı cevapla öğrenmek istediğine ulaşmıştı.
Her zaman ki gibiydi: güçlüydü. Hüzün dolu gözlerini boşluğa bakarak rahatlatmak, dertli halini tebessüm ederek saklamaya çalışıyordu.
Derin bi nefes, kendinden emin bi bakış ve tebessüm:
-İyiyim
-...
Unuttuğu bi şey vardı, Kurgunun olmadığı ''efsun''… Nefesler, bakışlar, tebessümler ve daha niceleri hepsi olması gerektiği gibi ama ''gözler''..
Realist dünyanın yegâne bekçisi, Kurgu âleminin el süremediği gerçek...
Göze kurgu işlemiyordu. İşte o Efsun, hal-i ruhsarın aynası idi...
Bütün hikâyeleri başlatan da bitiren de acaba gözler miydi yahut gözler kadar etkili ve gerçek bir ayna var mı idi?
Son sözleri ''sükût'' oldu. Derin, emin ve tebessümlü bir ''Sükût''..
-...
-...
Aralık-2014/İstanbul Muammer
ILIK
İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1.sınıf öğrencisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder