ONLAR DA İNSANDI ROMANI ÜZERİNE BİR DENEME…
Cengiz Dağcı, “Yurdunu
Kaybeden” “Korkunç Yıllar” yaşayan bir kalem mücahididir. “Kırımlı olan yazar 2. Dünya Savaşı öncesi
ve sonrasını içine alan hayatını romanlarına yansıtmıştır.2. Dünya Savaşı’nda
askere alınan, Ukrayna cephesinde tank teğmeni olarak görev yapan, Almanlara
esir düşen, oradan kaçıp müttefiklere sığınan yazar bu çetin günlerini, Kırımlı
Türklerin ezik, hazin kaderleriyle romanlarına yansıtmış ve bir milletin
hayatında feda edilemeyecek değerleri anlatmıştır. Hatıraları andıran son
eserlerinde gittikçe artan çocukluk hatıralarının baskısı altında olan yazar, doğduğu
Yalta’nın Kızıltaş Köyü’nü ve Akmescit’i, insanları, mekânı bin bir
ayrıntısıyla edebiyatımıza sokmuştur.”[1]
Cengiz Dağcı ismiyle müsemma bir zattır, hakikaten zulmün o zorlu dağlarını bir
mazlum dağcı olarak aşmış ve zirveye ulaşmıştır. Bu dağın zirvesine çıkarken de
zulümleri bizzat görmüş, yaşamıştır. Onun her satırı bir keder katresi olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Büyük yazarlar vatanlarını dünya, milletlerini insanlık
olarak görmüşlerdir. İşte bu büyük yazarlardan birisi de Cengiz Dağcı’dır. O da
kimseyi ayırmadan zalime de,mazluma da insan gözüyle bakmış ve herkesin insan
olduğunu dile getirmiştir.İnsan olmak ne büyük bir şereftir.Ancak mühim olan
insan olmaktan öte insan kalabilmek ve insanca yaşayabilmektir.Zahiren herkes
insan görünebilir ama tavırları ne kadar insandır?! İşte bu romanı okuyanlar
görecekler ki o dönemde Rusların masum Müslüman Türklere yaptıklarının
insanlıkla alakası yoktur. Ancak Müslüman Türk milleti o kadar temiz ve saftır
ki kendisine insanlık dışı muamelelerde bulunan Ruslara bile sonuna kadar
sinelerini açarak bir nevi herkesi kendi gibi zannederek, Cengiz Dağcı gibi “Onlar da İnsandı” demiştir. Asırlardır Müslüman
Türk milleti böyle bir bakış açısına sahiptir. Bu roman, yıllar önce Türkçenin
şahı, şiirleriyle gönül tellerimize mızrap olup dokunan Yunus Emre’nin “Yaradılanı
hoş gör, Yaradandan ötürü” anlayışına muvafık bir şekilde kaleme alınmıştır. Müslüman
Türk’ün genel tavrı budur. Zalimi bile insan sıfatıyla görmek her ne kadar
esfel-i safiline düşmüş ise de. Müslüman Türk milleti bin kere zulme uğrasa da
bir kere zulmetmemiştir. Çünkü yüce inancımız bunu gerektirmektedir.
Roman şahıslarından olan Bekir’in köyüne yani Kızıltaş’a
(Cengiz Dağcı’nın da köyü) baba oğul iki Rus geliyor ki bu iki Rus başına türlü
belalar açacaktır ileride. Hatta biri (İvan) bizzat ona ve tüm köye
zulmedecektir. Bekir’in hanımı Esma soruyor “-Kimmişler?
-Durma orda, kimmişler diye. Kim
olurlarsa olsunlar, Allahın kulları işte görmüyor musun? Yiyecek, içecek çıkar
evden.”[2]
Bu romanda Müslüman Türk’e eleştiri de vardır ki yazar çok
haklıdır. Eleştirinin en belirgini halkın okumaması ve çocuklarını okutmamasıdır.
Bu eleştiri de roman kahramanlarından Selim’in ağzından yapılır. Selim genç, güçlü,
çevik biridir. Yalta’da okumak ister ama babası okutmaz. İşte Selim’in
söyledikleri bu bağlamda
önemlidir:
“Kendiniz okumadınız, bizi de okutmadınız. İstedim babamdan beni Yalta mektebine
vermesini. Ulan, sen toprağın adamısın, insan toprağı bırakır da oturur mu, mektepte,
dedi. Bekir Dayı! Siz Molla İreceb’in Ellezî’sini papağan gibi söyleyen insana
okumuş diyorsunuz, öyle mi? Ama ben diyorum öyle değil! Asıl laf bilen, mektepte
okuyandır. Siz evvelce okuyup bizi de okutsaydınız bugün o yolu Ruslar değil
biz yapardık. Asfaltı da biz döşer, aftanabile de biz binerdik. Hem biz
binseydik yolda kaza da olmazdı. Şoseye asfaltı biz döşeseydik, köylünün
tarlasına toprak da devirmezdik. Doğru mu Enver Ağa?”[3]
Müslüman Türk’ün en değer verdiği şeylerden biri de vatan toprağıdır. Tarih
boyunca bir karış toprak vermektense onun uğrunda şehit olmuştur atalarımız. Ancak
Kırım’da, bir kara ideoloji uğruna insanların atasından dedesinden kalan
toprakları kolhoz adı ile ellerinden alınmıştır. Romanda belki de en fazla
zulme uğrayanlardan biri olan Bekir, tarlasına gittiğinde bir Rus’un ona
tarlasından çıkmasını söylemesi üzerine şu acı feryadı eder:
“Söyle toprağım bana, neden
seni bırakıp gideyim? Sen benim toprağım değil misin? Benim atalarım burada
doğdu, burada büyüdü, burada yaşadı, burada
öldü toprağım! Sen kıraçtın toprağım, seni benim atalarım temizledi, ben
temizledim. Ellerime bak, kuru çatlak ellerime! Ben senin taşını, çalını
çırpını temizledim, seni cennet gibi güzel yaptım. Şikayet etmedim, şikayet mi?
Seni temizlerken ne kadar yoruldumsa o kadar sevindim toprağım. Üzüm
kütüklerini, tütünlerini kendi ellerimle diktim, çok kere Tanrı’ya su diye dua
ederken seni gözyaşlarımla suladım, toprağım. Senin üzümlerin benim için cennet
incileridir, tütünlerin altın parçalarıdır. Ben bu dünyada başka hiçbir şey
istemiyorum, yalnız seni… seni, toprağım! Yüzyıllardır atalarım sana benim
dilimle söyledi, sen benim dilimi dinledin. Sana senelerden beri derdimi
döktüm. Ben sonumu burada bekleyeceğim. Seninle yaşamak, seninle ağlamak, seninle
gülmek benim dünyada tek muradımdır. Atma beni toprağım! Bil ki bu kalp sensiz
hiçtir, boştur, karanlıktır. Ben seninim, beni kabul et! Beni ve kim gelirse
gelsin, üstünde kim yürürse yürüsün, de ki: Ben Bekir’in toprağıyım, başka
kimsenin değilim! Yalnız Bekir’in toprağıyım; çünkü Bekir kalbini, ruhunu, etini,
kemiklerini, bütün varlığını bana verdi, gömdü, bana…”[4]
Bu acı sözler çekilen çileyi anlatmaya yetmektedir. Bu sözleri Cengiz
Dağcı, Bekir’in ağzında söylettirmiştir, aslında bu sözler bizzat kendisine
aittir. O da toprağından sürülmüş ve gurbette hasretle toprağını özlemiş, hicran
türkülerini söylemiş birisidir. Toprak işte bu kadar mühimdir. Çünkü toprak
demek, vatan demektir. Vatansız olan bir milletin varlığını devam ettirmesi
mümkün değildir. İşte Bekir’in de, Cengiz Dağcı’nın da elinden toprağını
zalimane almışlar, yani onları vatansız bırakmışlardır. Yine aynı şekilde
romanda Çilingir adlı kişi köye kolhozu anlatmaya gelenlere karşı şöyle
haykıracaktır:
“Sen bu iki Rus’a anlat, bebek!
De ki, ne isterlerse veririz. At veririz, üzüm veririz; tütün, para, koyun
veririz. Ama toprak vermeyiz. Anlat onlara, iyice anlat! De ki, bizim topraklar
yurt parçasıdır; toprak bizim değil, ulusundur. Eh, ulus toprağını nasıl
veririz? Söyle bana, nasıl veririz? İnsan her şeyini verir, ama canını nasıl
verir, söyle bana! Biz kolhoz nedir, biliriz. Kolhoz demek, toprağı hökümete
ver demektir! Nasıl veririz, söyle bana! Toprak bizim değil ulusundur; toprak
elden gitti, can gitti.”[5]
Malumdur ki dünyada hayatın devam etmesi için gerekli
olan dört unsur vardır, bunlara anâsır-ı erbaa denir. Bu dört unsur yani hava, su,
ateş, toprak hayatın devamı için olmazsa olmazdır. Peki Kırım’da Müslüman
Türk’e Rusların yaptığı nedir? Onları, Karadeniz’in o temiz havasından, Karadeniz’in
o verimli ve güzel toprağından, Karadeniz’in o şifalı suyundan ve
insanları yaşama bağlayan hayat ateşinden mahrum bırakmıştır. Yani
Ruslar kara bir ideoloji bulutuyla bütün Kırım’ı ve Müslüman Tatar Türklerini
zulmete boğmuşlar, onların hayatını bir anlamda yok etmişlerdir.
Romanda Rusların, Türkleri ne kadar yakından tanıdığına
şahit oluyoruz. Türkler inançları gereği düşmanına bile “Onlar da insan” derken ve onları kendi gibi görürken, Ruslar ise
hiçte olaylara böyle bakmamaktadır. İşte Rusların komutanı olan Vasil
Dimitroviç’in söylediği şu
sözler çarpıcıdır:
“Milliyetçilik, onların kanlarına sinmiştir. Onlar hâlâ vaktiyle kahraman
bir millet, yüksek, büyük bir devlet olduklarını hatırlıyorlar. Rusya hudutları
içinde yaşamalarına rağmen Kırım topraklarını kendi öz toprakları, Tatar
toprakları sanıyorlar. Onların bu düşüncelerinin bizim için ne kadar tehlikeli
olduğunu anlatmaya hacet yok! Türkçe konuşuyorlar, evet, Türkçe! Çocuklarının
kafalarını, kalplerini Türkçe türkülerle, Türk edip ve kahramanlarının
adlarıyla kirletiyorlar. Bu duruma yakın zamanda son verilmezse büyük
tehlikeyle karşılaşacağız.”[6]
Vasil Dimitroviç’in bu sözleri Tatar Türklerini ne kadar
tanıdığını göstermektedir. Türklerin geçmişlerini unutmamalarını kendileri için
tehlike olarak görmektedir. Biz de bu sözlerden bu milletin evladı olarak dersler
çıkarmalı ve geçmişimizden asla kopmamalıyız. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
dediği gibi “Köksüz şeyler daima yüzer.”Bizim çok şanlı ve büyük bir kökümüzün
olduğu malum, böyle bir kökten habersiz yaşamak serserice akıntıya kapılıp
yüzmekten farksızdır. Her bir Müslüman Türk, Yahya Kemal gibi “Kökü mazide olan âtiyim.” demeli
ve istikbali mazinin ışığıyla görmelidir. Ancak sadece maziyle övünmekte
yetmiyor. Roman kahramanı Selim’in söylediği gibi okumalıyız, her manada
terakki etmeliyiz. Çünkü hiçbir gayret göstermeden geçmişle övünmek rüzgarla
karın doyurmak gibi bir şeydir. Bununla ilgili Mehmet Akif “İstemem, dursun o
pâyansız mefâhir bir yana/Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan bana” diyor. Mühim
olan boş övünme değil geçmişteki atalarımız gibi çalışmak ve azimli olmaktır.
Romanda Bekir’in kızı Ayşe mutlu bir yuva kurmuş ancak
kocası Remzi hain İvan tarafından kaza süsüyle öldürülmüştür. Ayşe’nin babası
Bekir de toprağından çıkarılmak istenmesine dayanamamış ve oracıkta ölmüştür. Ayşe
annesi Esma ile birlikte kayınbabası Seyd-Ali’nin evine yerleşmiştir. Ayşe’nin
hamile olduğu anlaşılmıştır, evet Ayşe bir şehit çocuğuna hamiledir. Ancak Ayşe
bu çocuğu dünyaya baba evinde getirmek istemektedir. Baba evi ise Ruslar
tarafından işgal edilmiştir. Ayşe, köyü Rusların bastığı bir sırada baba evine
gitmiş ve ahırda çocuğunu dünyaya getirmiştir. O sırada Selim de oraya gelmiş
ve Ayşe’ye utana sıkıla yardım etmiştir. Ayşe çocuğunu Selim’e emanet etmiş ve
adını Âlim koymuştur. Kırım’ın meşhur kahramanı Âlim Aydamak’ın adını vermiştir
çocuğuna. Ayşe hamile iken Remzi’nin ruhaniyetine şöyle seslenir:
“Remzi! Sana bir oğlan
doğuracağım; sağlam, gürbüz, kuvvetli! Dağ gibi sarsılmaz, demir gibi yılmaz, Çora
Batır gibi korkmaz, Âlim Aydamak gibi yurtsever! Atıyla senin atlayamadığın
dereleri atlar, senin kıramadığın düşmanları kırar, senin aşamadığın yolları
aşar. Doğuracağım senin için Remzi.”[7]
Evet Ayşe dediğini yapmış ve çocuğunu doğurmuştur ancak
bu çocuğun böyle bir ortamda büyümesini istemediğinden çocuğunu Selim’e emanet
etmiş ve şöyle demiştir:
“Korkma..Yavrumu al, git!Kaç, Selim,
kaç! Akmescit’e kaç! Yavrum sana emanet! Yalnız bir şey istiyorum senden: Adı Âlim
olsun! On beş on altı yaşını bulunca ona nasıl doğduğunu, nerde doğduğunu, kimin
evladı olduğunu anlat! Remzi’nin ölümünü anlat, onun intikamını alsın! Alırsa
iyi, almazsa lanet olsun! Haydi git! Paltona sar, ölmez, korkma, ölmez, biliyorum, eminim. Akmescit’te
belki evlenirsin, karın ona bakar. Ben burada kalacağım. Âlim’i başka işler
için doğurdum. Haydi, eğlenme, sonra iş işten geçmiş olur!”[8]
Ayşe biricik evladını dünyaya getirmiş ama maalesef ona
doyamadan Selim’e teslim etmiştir. Ayşe’nin, Selim’e söylediklerinde çok ince
noktalar vardır. Ayşe Âlim’i başka işler için doğurduğunu söylemiştir. Evet, Âlim
yurdunu kaybeden bir çocuk olarak büyüyecek ama ileride bütün zalimlere “O topraklar bizimdi” diyecektir. Aslında
Âlim bir ruhtu, bir aşktı. Âlim, bir
mefkûreydi. Müslüman Türkler ne zaman kurtulurun cevabı Alim’di.Alim ruhunu
yakaladığımız an kurtulacağımız andır.Peki Alim ruhu neyi gerektiriyor?Onu da
Selim ağzından duyuyoruz.Selim, kucağındaki Alim’e şöyle sesleniyor “Ben seni adam edeceğim,okutacağım!Rusça
öğren, Fransızca öğren, Almanca öğren!Yaz, çiz, oku!Şoseye asfalt döşeyen o
Ruslar gibi..”[9]
Âlim ruhu işte budur, okumak ve terakki etmek. Okumak ve çalışmak bizi
ufukların ötesindeki nura kavuşturacaktır. Yoksa zulümat içerisinde boğulup
gideceğiz. O zaman Âlim’ler dert ile ah ile gözyaşı dökecekler ve bu dünyadan
garip bir insan olarak gelip geçecekler. O zaman hep birlikte “Korkunç Yıllar” yaşayacağız. Çünkü
hepimiz “Yurdunu Kaybeden Adam”lar
olacağız. O zaman kimse bize “Onlar da
İnsandı” demeyecek.
Romanın sonlarına
doğru Enver’in kahramanlığı çıkar karşımıza. Rusların onu almaya geldiğini ve
ona kaçması gerektiğini söyledikleri anda Enver şu ibretlik ve mesaj yüklü
cevabı verir:
“Kaçmam! Yeter artık, yeter! Ne zamandır kaçtık, yurdu terk ettik, siz de
kaçmayınız, gidin, gidin! Kırım’ın sevgisini, Kırım için dökülen kanları, gözyaşları,
Kırım’ın acısını beraberinize alın, kalplerinizde götürün! Türk dünyası
geniştir, gidin! O güneşin doğduğu yerlerde kalplerinizi Türk kardeşlerinize
açın, söyleyin onlara: Biz hayatta hıyanetlik nedir, küfür nedir bilmedik, deyin.
Hak ve adalete inandık, deyin. Çalmadık, yakmadık, öldürmedik, düşmanlarımızın
her zulmüne katlandık, deyin. Düşmanlarımızı da insan sandık, ama başımıza
neler getirdiler, deyin. Ne felaketlere uğradık, deyin. Anlatın, anlamalı
onlar, bizim âkıbetimize uğramak istemezlerse anlamalı onlar. Anlarlar. Ben
kaçmayacağım, gelsinler de alsınlar beni. Gelsinler de alsınlar hainler!”[10]
Bu sözleri söyleyen Enver, Rusların hain kurşunları
altında evinin barutlar sebebiyle patlaması sonucu şehit olmuştur. Esma ise
bütün Türk kadını adına şunları söyler: “Tanrım!
Sen bize Enver gibi kocalar ver! Bu yurda, bu millete Enver gibi sağlam, kuvvetli,
korkmaz, yılmaz çocuklar doğuralım.”[11]
Enver şehit olup Rabbine kavuşurken umut doludur. Bir gün çocuklarımız gelecek
ve kanımızla suladığımız ve kanımızın rengiyle açan gelincik çiçeklerinden
bizleri hatırlayacaklar diyen Enver huzurlu bir şekilde ebediyete şehbal açıp
gitmiştir.
Onlar da İnsandı romanı çekilen çile ve
ıstırapların acısını dile getirmiştir. Romanda seçilen mekân ve kişiler
bilinçli bir şekilde seçilmiştir. Mekân olarak adı geçen köy Cengiz Dağcı’nın
bizzat doğduğu, büyüdüğü Kızıltaş Köyü’dür. Bu roman, okuyucularını o dönemde
çekilen çilelere, yaşanan acı ve kederlere götürmekte ve bu acıların
yaşanmaması içinde birçok mesajlar vermektedir. Edebî tür olarak roman türü her
ne kadar kurgu olsa da bu roman içerisinde yazarın acı hatıralarını
barındırmaktadır. Romanın sonuna doğru yazar Moskova’da çıkan “Ogonök” adlı
dergide “Pavlenko” adlı bir yazarın “Rassvet” adlı bir yazısını okuyucuyla
paylaşıyor. Bu yazıda Pavlenko Kızıltaş’ta yani yazarın doğup büyüdüğü köyde
tanyerinin ağarmasından bahsediyor. Yazar bu yazıyı okurken kapıldığı duyguları
şu şekilde ifade eder:
“Kalbimi, bütün benliğimi sızlatan, çok acı, çok içli şeyler yazıyor.
Çenelerim sıkılıyor, gözlerim kararıyor; kendimi Battal’ın Enver gibi
hissediyorum. Ama ağlamıyorum, haykırmıyorum, bağırmamak için ellerimi,
dudaklarımı ısırıyorum, yalnız dua ediyorum. O da, Pavlenko da insan değil mi? Yazsın,
yazmaya hakkı var!”[12]
Cengiz Dağcı romanını şu şekilde
bitiriyor. “Evet, onlar da insandır!
Pavlenko’lar, İvan’lar, Kostyük’ler,
Vasil Dimitroviç’ler, Stepan’lar, belki bunu gülünç görecekler; ama
nasıl görürlerse görsünler, ben eserimi sakin bir dua ile bitirmek istiyorum.
Romanımı kapatırken: “Tanrım!” diyorum. “Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri
gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır onları!” Ötekiler, o hayvan
gibi sürülüp götürülenler…Onlar da insandı!”[13]
İşte yüce anlayış budur. Herkes insandır ve insan olma
hasebiyle değerlidir. Ancak yazarın insan olarak gördükleri tarafından
kendisinin ve onunla aynı kaderi yaşayan insanların ellerinden cennet gibi
topraklarını almışlardır. Yazar da bu acı hatıralarını, keder mürekkebine
hasret kalemini batırıp, kendi topraklarından yani kendi cennetinden uzaklarda
dile getirmiştir. Bu acı hakikatleri bizzat yaşayarak dile getiren Cengiz Dağcı
bir kalem mücahididir. Onun kaleminden kin ve adavet değil, yaşanmış acı
hakikatler çıkmakta ve gönül tellerimize dokunmaktadır. Eğer bir insan kalıcı
eserler meydana getirmek istiyorsa derdin çilesini çekmelidir. İşte Cengiz
Dağcı bunun çok açık bir örneğidir. Yaşadığı acıları dile getirdiği için hâlâ
okunuyor ve okunmaya devam edecektir. Onun eserlerinde Kırım halkının acılarını
dile getirerek, asırlardır yeryüzünde zulme uğrayan tüm masumların sesi
olmuştur. Ne yazık ki yirmi birinci yüzyılda bu acılar evrensel bir sorun
olarak hala mevcuttur. Cengiz Dağcı, gurbet ellerde hicran türküleri
söyleyerek, hasret kalemiyle eserlerini Türkiye Türkçesi ile yazmış bir yazar
olarak daima gönlümüzde kalacak ve eserleri elden ele okunacaktır. Bu büyük yazarımızın
ruhu şad olsun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder