10 Temmuz 2015 Cuma

MAKALE ONLAR DA İNSANDI ROMANI ÜZERİNE BİR DENEME…


ONLAR DA İNSANDI ROMANI ÜZERİNE BİR DENEME…

Samet Hekimoğlu*

Cengiz Dağcı, “Yurdunu Kaybeden” “Korkunç Yıllar” yaşayan bir kalem mücahididir. “Kırımlı olan yazar 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasını içine alan hayatını romanlarına yansıtmıştır.2. Dünya Savaşı’nda askere alınan, Ukrayna cephesinde tank teğmeni olarak görev yapan, Almanlara esir düşen, oradan kaçıp müttefiklere sığınan yazar bu çetin günlerini, Kırımlı Türklerin ezik, hazin kaderleriyle romanlarına yansıtmış ve bir milletin hayatında feda edilemeyecek değerleri anlatmıştır. Hatıraları andıran son eserlerinde gittikçe artan çocukluk hatıralarının baskısı altında olan yazar, doğduğu Yalta’nın Kızıltaş Köyü’nü ve Akmescit’i, insanları, mekânı bin bir ayrıntısıyla edebiyatımıza sokmuştur.”[1] Cengiz Dağcı ismiyle müsemma bir zattır, hakikaten zulmün o zorlu dağlarını bir mazlum dağcı olarak aşmış ve zirveye ulaşmıştır. Bu dağın zirvesine çıkarken de zulümleri bizzat görmüş, yaşamıştır. Onun her satırı bir keder katresi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Büyük yazarlar vatanlarını dünya, milletlerini insanlık olarak görmüşlerdir. İşte bu büyük yazarlardan birisi de Cengiz Dağcı’dır. O da kimseyi ayırmadan zalime de,mazluma da insan gözüyle bakmış ve herkesin insan olduğunu dile getirmiştir.İnsan olmak ne büyük bir şereftir.Ancak mühim olan insan olmaktan öte insan kalabilmek ve insanca yaşayabilmektir.Zahiren herkes insan görünebilir ama tavırları ne kadar insandır?! İşte bu romanı okuyanlar görecekler ki o dönemde Rusların masum Müslüman Türklere yaptıklarının insanlıkla alakası yoktur. Ancak Müslüman Türk milleti o kadar temiz ve saftır ki kendisine insanlık dışı muamelelerde bulunan Ruslara bile sonuna kadar sinelerini açarak bir nevi herkesi kendi gibi zannederek, Cengiz Dağcı gibi “Onlar da İnsandı” demiştir. Asırlardır Müslüman Türk milleti böyle bir bakış açısına sahiptir. Bu roman, yıllar önce Türkçenin şahı, şiirleriyle gönül tellerimize mızrap olup dokunan Yunus Emre’nin “Yaradılanı hoş gör, Yaradandan ötürü” anlayışına muvafık bir şekilde kaleme alınmıştır. Müslüman Türk’ün genel tavrı budur. Zalimi bile insan sıfatıyla görmek her ne kadar esfel-i safiline düşmüş ise de. Müslüman Türk milleti bin kere zulme uğrasa da bir kere zulmetmemiştir. Çünkü yüce inancımız bunu gerektirmektedir.
Roman şahıslarından olan Bekir’in köyüne yani Kızıltaş’a (Cengiz Dağcı’nın da köyü) baba oğul iki Rus geliyor ki bu iki Rus başına türlü belalar açacaktır ileride. Hatta biri (İvan) bizzat ona ve tüm köye zulmedecektir. Bekir’in hanımı Esma soruyor “-Kimmişler?
-Durma orda, kimmişler diye. Kim olurlarsa olsunlar, Allahın kulları işte görmüyor musun? Yiyecek, içecek çıkar evden.”[2]
Bu romanda Müslüman Türk’e eleştiri de vardır ki yazar çok haklıdır. Eleştirinin en belirgini halkın okumaması ve çocuklarını okutmamasıdır. Bu eleştiri de roman kahramanlarından Selim’in ağzından yapılır. Selim genç, güçlü, çevik biridir. Yalta’da okumak ister ama babası okutmaz. İşte Selim’in söyledikleri bu bağlamda önemlidir:
“Kendiniz okumadınız, bizi de okutmadınız. İstedim babamdan beni Yalta mektebine vermesini. Ulan, sen toprağın adamısın, insan toprağı bırakır da oturur mu, mektepte, dedi. Bekir Dayı! Siz Molla İreceb’in Ellezî’sini papağan gibi söyleyen insana okumuş diyorsunuz, öyle mi? Ama ben diyorum öyle değil! Asıl laf bilen, mektepte okuyandır. Siz evvelce okuyup bizi de okutsaydınız bugün o yolu Ruslar değil biz yapardık. Asfaltı da biz döşer, aftanabile de biz binerdik. Hem biz binseydik yolda kaza da olmazdı. Şoseye asfaltı biz döşeseydik, köylünün tarlasına toprak da devirmezdik. Doğru mu Enver Ağa?”[3]
Müslüman Türk’ün en değer verdiği şeylerden biri de vatan toprağıdır. Tarih boyunca bir karış toprak vermektense onun uğrunda şehit olmuştur atalarımız. Ancak Kırım’da, bir kara ideoloji uğruna insanların atasından dedesinden kalan toprakları kolhoz adı ile ellerinden alınmıştır. Romanda belki de en fazla zulme uğrayanlardan biri olan Bekir, tarlasına gittiğinde bir Rus’un ona tarlasından çıkmasını söylemesi üzerine şu acı feryadı eder:
“Söyle toprağım bana, neden seni bırakıp gideyim? Sen benim toprağım değil misin? Benim atalarım burada doğdu, burada büyüdü,  burada yaşadı, burada öldü toprağım! Sen kıraçtın toprağım, seni benim atalarım temizledi, ben temizledim. Ellerime bak, kuru çatlak ellerime! Ben senin taşını, çalını çırpını temizledim, seni cennet gibi güzel yaptım. Şikayet etmedim, şikayet mi? Seni temizlerken ne kadar yoruldumsa o kadar sevindim toprağım. Üzüm kütüklerini, tütünlerini kendi ellerimle diktim, çok kere Tanrı’ya su diye dua ederken seni gözyaşlarımla suladım, toprağım. Senin üzümlerin benim için cennet incileridir, tütünlerin altın parçalarıdır. Ben bu dünyada başka hiçbir şey istemiyorum, yalnız seni… seni, toprağım! Yüzyıllardır atalarım sana benim dilimle söyledi, sen benim dilimi dinledin. Sana senelerden beri derdimi döktüm. Ben sonumu burada bekleyeceğim. Seninle yaşamak, seninle ağlamak, seninle gülmek benim dünyada tek muradımdır. Atma beni toprağım! Bil ki bu kalp sensiz hiçtir, boştur, karanlıktır. Ben seninim, beni kabul et! Beni ve kim gelirse gelsin, üstünde kim yürürse yürüsün, de ki: Ben Bekir’in toprağıyım, başka kimsenin değilim! Yalnız Bekir’in toprağıyım; çünkü Bekir kalbini, ruhunu, etini, kemiklerini, bütün varlığını bana verdi, gömdü, bana…”[4]
Bu acı sözler çekilen çileyi anlatmaya yetmektedir. Bu sözleri Cengiz Dağcı, Bekir’in ağzında söylettirmiştir, aslında bu sözler bizzat kendisine aittir. O da toprağından sürülmüş ve gurbette hasretle toprağını özlemiş, hicran türkülerini söylemiş birisidir. Toprak işte bu kadar mühimdir. Çünkü toprak demek, vatan demektir. Vatansız olan bir milletin varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. İşte Bekir’in de, Cengiz Dağcı’nın da elinden toprağını zalimane almışlar, yani onları vatansız bırakmışlardır. Yine aynı şekilde romanda Çilingir adlı kişi köye kolhozu anlatmaya gelenlere karşı şöyle haykıracaktır:
“Sen bu iki Rus’a anlat, bebek! De ki, ne isterlerse veririz. At veririz, üzüm veririz; tütün, para, koyun veririz. Ama toprak vermeyiz. Anlat onlara, iyice anlat! De ki, bizim topraklar yurt parçasıdır; toprak bizim değil, ulusundur. Eh, ulus toprağını nasıl veririz? Söyle bana, nasıl veririz? İnsan her şeyini verir, ama canını nasıl verir, söyle bana! Biz kolhoz nedir, biliriz. Kolhoz demek, toprağı hökümete ver demektir! Nasıl veririz, söyle bana! Toprak bizim değil ulusundur; toprak elden gitti, can gitti.”[5]
Malumdur ki dünyada hayatın devam etmesi için gerekli olan dört unsur vardır, bunlara anâsır-ı erbaa denir. Bu dört unsur yani hava, su, ateş, toprak hayatın devamı için olmazsa olmazdır. Peki Kırım’da Müslüman Türk’e Rusların yaptığı nedir? Onları, Karadeniz’in o temiz havasından, Karadeniz’in o verimli ve güzel toprağından, Karadeniz’in o şifalı suyundan ve insanları yaşama bağlayan hayat ateşinden mahrum bırakmıştır. Yani Ruslar kara bir ideoloji bulutuyla bütün Kırım’ı ve Müslüman Tatar Türklerini zulmete boğmuşlar, onların hayatını bir anlamda yok etmişlerdir.
Romanda Rusların, Türkleri ne kadar yakından tanıdığına şahit oluyoruz. Türkler inançları gereği düşmanına bile “Onlar da insan” derken ve onları kendi gibi görürken, Ruslar ise hiçte olaylara böyle bakmamaktadır. İşte Rusların komutanı olan Vasil Dimitroviç’in söylediği şu sözler çarpıcıdır:
“Milliyetçilik, onların kanlarına sinmiştir. Onlar hâlâ vaktiyle kahraman bir millet, yüksek, büyük bir devlet olduklarını hatırlıyorlar. Rusya hudutları içinde yaşamalarına rağmen Kırım topraklarını kendi öz toprakları, Tatar toprakları sanıyorlar. Onların bu düşüncelerinin bizim için ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya hacet yok! Türkçe konuşuyorlar, evet, Türkçe! Çocuklarının kafalarını, kalplerini Türkçe türkülerle, Türk edip ve kahramanlarının adlarıyla kirletiyorlar. Bu duruma yakın zamanda son verilmezse büyük tehlikeyle karşılaşacağız.”[6]
Vasil Dimitroviç’in bu sözleri Tatar Türklerini ne kadar tanıdığını göstermektedir. Türklerin geçmişlerini unutmamalarını kendileri için tehlike olarak görmektedir. Biz de bu sözlerden bu milletin evladı olarak dersler çıkarmalı ve geçmişimizden asla kopmamalıyız. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “Köksüz şeyler daima yüzer.”Bizim çok şanlı ve büyük bir kökümüzün olduğu malum, böyle bir kökten habersiz yaşamak serserice akıntıya kapılıp yüzmekten farksızdır. Her bir Müslüman Türk,  Yahya Kemal gibi “Kökü mazide olan âtiyim.” demeli ve istikbali mazinin ışığıyla görmelidir. Ancak sadece maziyle övünmekte yetmiyor. Roman kahramanı Selim’in söylediği gibi okumalıyız, her manada terakki etmeliyiz. Çünkü hiçbir gayret göstermeden geçmişle övünmek rüzgarla karın doyurmak gibi bir şeydir. Bununla ilgili Mehmet Akif “İstemem, dursun o pâyansız mefâhir bir yana/Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan bana” diyor. Mühim olan boş övünme değil geçmişteki atalarımız gibi çalışmak ve azimli olmaktır.

Romanda Bekir’in kızı Ayşe mutlu bir yuva kurmuş ancak kocası Remzi hain İvan tarafından kaza süsüyle öldürülmüştür. Ayşe’nin babası Bekir de toprağından çıkarılmak istenmesine dayanamamış ve oracıkta ölmüştür. Ayşe annesi Esma ile birlikte kayınbabası Seyd-Ali’nin evine yerleşmiştir. Ayşe’nin hamile olduğu anlaşılmıştır, evet Ayşe bir şehit çocuğuna hamiledir. Ancak Ayşe bu çocuğu dünyaya baba evinde getirmek istemektedir. Baba evi ise Ruslar tarafından işgal edilmiştir. Ayşe, köyü Rusların bastığı bir sırada baba evine gitmiş ve ahırda çocuğunu dünyaya getirmiştir. O sırada Selim de oraya gelmiş ve Ayşe’ye utana sıkıla yardım etmiştir. Ayşe çocuğunu Selim’e emanet etmiş ve adını Âlim koymuştur. Kırım’ın meşhur kahramanı Âlim Aydamak’ın adını vermiştir çocuğuna. Ayşe hamile iken Remzi’nin ruhaniyetine şöyle seslenir:
“Remzi! Sana bir oğlan doğuracağım; sağlam, gürbüz, kuvvetli! Dağ gibi sarsılmaz, demir gibi yılmaz, Çora Batır gibi korkmaz, Âlim Aydamak gibi yurtsever! Atıyla senin atlayamadığın dereleri atlar, senin kıramadığın düşmanları kırar, senin aşamadığın yolları aşar. Doğuracağım senin için Remzi.”[7]
Evet Ayşe dediğini yapmış ve çocuğunu doğurmuştur ancak bu çocuğun böyle bir ortamda büyümesini istemediğinden çocuğunu Selim’e emanet etmiş ve şöyle demiştir:
“Korkma..Yavrumu al, git!Kaç, Selim, kaç! Akmescit’e kaç! Yavrum sana emanet! Yalnız bir şey istiyorum senden: Adı Âlim olsun! On beş on altı yaşını bulunca ona nasıl doğduğunu, nerde doğduğunu, kimin evladı olduğunu anlat! Remzi’nin ölümünü anlat, onun intikamını alsın! Alırsa iyi, almazsa lanet olsun! Haydi git! Paltona sar, ölmez,  korkma, ölmez, biliyorum, eminim. Akmescit’te belki evlenirsin, karın ona bakar. Ben burada kalacağım. Âlim’i başka işler için doğurdum. Haydi, eğlenme, sonra iş işten geçmiş olur!”[8]
Ayşe biricik evladını dünyaya getirmiş ama maalesef ona doyamadan Selim’e teslim etmiştir. Ayşe’nin, Selim’e söylediklerinde çok ince noktalar vardır. Ayşe Âlim’i başka işler için doğurduğunu söylemiştir. Evet, Âlim yurdunu kaybeden bir çocuk olarak büyüyecek ama ileride bütün zalimlere “O topraklar bizimdi” diyecektir. Aslında Âlim bir ruhtu, bir aşktı. Âlim,  bir mefkûreydi. Müslüman Türkler ne zaman kurtulurun cevabı Alim’di.Alim ruhunu yakaladığımız an kurtulacağımız andır.Peki Alim ruhu neyi gerektiriyor?Onu da Selim ağzından duyuyoruz.Selim, kucağındaki Alim’e şöyle sesleniyor “Ben seni adam edeceğim,okutacağım!Rusça öğren, Fransızca öğren, Almanca öğren!Yaz, çiz, oku!Şoseye asfalt döşeyen o Ruslar gibi..”[9] Âlim ruhu işte budur, okumak ve terakki etmek. Okumak ve çalışmak bizi ufukların ötesindeki nura kavuşturacaktır. Yoksa zulümat içerisinde boğulup gideceğiz. O zaman Âlim’ler dert ile ah ile gözyaşı dökecekler ve bu dünyadan garip bir insan olarak gelip geçecekler. O zaman hep birlikte “Korkunç Yıllar” yaşayacağız. Çünkü hepimiz “Yurdunu Kaybeden Adam”lar olacağız. O zaman kimse bize “Onlar da İnsandı” demeyecek.
 Romanın sonlarına doğru Enver’in kahramanlığı çıkar karşımıza. Rusların onu almaya geldiğini ve ona kaçması gerektiğini söyledikleri anda Enver şu ibretlik ve mesaj yüklü cevabı verir:
“Kaçmam! Yeter artık, yeter! Ne zamandır kaçtık, yurdu terk ettik, siz de kaçmayınız, gidin, gidin! Kırım’ın sevgisini, Kırım için dökülen kanları, gözyaşları, Kırım’ın acısını beraberinize alın, kalplerinizde götürün! Türk dünyası geniştir, gidin! O güneşin doğduğu yerlerde kalplerinizi Türk kardeşlerinize açın, söyleyin onlara: Biz hayatta hıyanetlik nedir, küfür nedir bilmedik, deyin. Hak ve adalete inandık, deyin. Çalmadık, yakmadık, öldürmedik, düşmanlarımızın her zulmüne katlandık, deyin. Düşmanlarımızı da insan sandık, ama başımıza neler getirdiler, deyin. Ne felaketlere uğradık, deyin. Anlatın, anlamalı onlar, bizim âkıbetimize uğramak istemezlerse anlamalı onlar. Anlarlar. Ben kaçmayacağım, gelsinler de alsınlar beni. Gelsinler de alsınlar hainler!”[10]
Bu sözleri söyleyen Enver, Rusların hain kurşunları altında evinin barutlar sebebiyle patlaması sonucu şehit olmuştur. Esma ise bütün Türk kadını adına şunları söyler: “Tanrım! Sen bize Enver gibi kocalar ver! Bu yurda, bu millete Enver gibi sağlam, kuvvetli, korkmaz, yılmaz çocuklar doğuralım.”[11] Enver şehit olup Rabbine kavuşurken umut doludur. Bir gün çocuklarımız gelecek ve kanımızla suladığımız ve kanımızın rengiyle açan gelincik çiçeklerinden bizleri hatırlayacaklar diyen Enver huzurlu bir şekilde ebediyete şehbal açıp gitmiştir.
 Onlar da İnsandı romanı çekilen çile ve ıstırapların acısını dile getirmiştir. Romanda seçilen mekân ve kişiler bilinçli bir şekilde seçilmiştir. Mekân olarak adı geçen köy Cengiz Dağcı’nın bizzat doğduğu, büyüdüğü Kızıltaş Köyü’dür. Bu roman, okuyucularını o dönemde çekilen çilelere, yaşanan acı ve kederlere götürmekte ve bu acıların yaşanmaması içinde birçok mesajlar vermektedir. Edebî tür olarak roman türü her ne kadar kurgu olsa da bu roman içerisinde yazarın acı hatıralarını barındırmaktadır. Romanın sonuna doğru yazar Moskova’da çıkan “Ogonök” adlı dergide “Pavlenko” adlı bir yazarın “Rassvet” adlı bir yazısını okuyucuyla paylaşıyor. Bu yazıda Pavlenko Kızıltaş’ta yani yazarın doğup büyüdüğü köyde tanyerinin ağarmasından bahsediyor. Yazar bu yazıyı okurken kapıldığı duyguları şu şekilde ifade eder:
“Kalbimi, bütün benliğimi sızlatan, çok acı, çok içli şeyler yazıyor. Çenelerim sıkılıyor, gözlerim kararıyor; kendimi Battal’ın Enver gibi hissediyorum. Ama ağlamıyorum, haykırmıyorum, bağırmamak için ellerimi, dudaklarımı ısırıyorum, yalnız dua ediyorum. O da, Pavlenko da insan değil mi? Yazsın, yazmaya hakkı var!”[12] Cengiz Dağcı  romanını şu şekilde bitiriyor. “Evet, onlar da insandır! Pavlenko’lar, İvan’lar, Kostyük’ler,  Vasil Dimitroviç’ler, Stepan’lar, belki bunu gülünç görecekler; ama nasıl görürlerse görsünler, ben eserimi sakin bir dua ile bitirmek istiyorum. Romanımı kapatırken: “Tanrım!” diyorum. “Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır onları!” Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler…Onlar da insandı!”[13]
İşte yüce anlayış budur. Herkes insandır ve insan olma hasebiyle değerlidir. Ancak yazarın insan olarak gördükleri tarafından kendisinin ve onunla aynı kaderi yaşayan insanların ellerinden cennet gibi topraklarını almışlardır. Yazar da bu acı hatıralarını, keder mürekkebine hasret kalemini batırıp, kendi topraklarından yani kendi cennetinden uzaklarda dile getirmiştir. Bu acı hakikatleri bizzat yaşayarak dile getiren Cengiz Dağcı bir kalem mücahididir. Onun kaleminden kin ve adavet değil, yaşanmış acı hakikatler çıkmakta ve gönül tellerimize dokunmaktadır. Eğer bir insan kalıcı eserler meydana getirmek istiyorsa derdin çilesini çekmelidir. İşte Cengiz Dağcı bunun çok açık bir örneğidir. Yaşadığı acıları dile getirdiği için hâlâ okunuyor ve okunmaya devam edecektir. Onun eserlerinde Kırım halkının acılarını dile getirerek, asırlardır yeryüzünde zulme uğrayan tüm masumların sesi olmuştur. Ne yazık ki yirmi birinci yüzyılda bu acılar evrensel bir sorun olarak hala mevcuttur. Cengiz Dağcı, gurbet ellerde hicran türküleri söyleyerek, hasret kalemiyle eserlerini Türkiye Türkçesi ile yazmış bir yazar olarak daima gönlümüzde kalacak ve eserleri elden ele okunacaktır. Bu büyük yazarımızın ruhu şad olsun…




* Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, İstanbul, abdussamed_52@hotmail.com
[1] İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012
[2] Cengiz Dağcı, Onlar da İnsandı,  Ötüken Neşriyat,2005, s.68
[3] A.g.e., s.273
[4] A.g.e., s.366-367
[5] A.g.e., s.382
[6] A.g.e.,s.413-414
[7] A.g.e.,s.403
[8] A.g.e., s.432-433
[9] A.g.e., s.434
[10] A.g.e., s.436
[11] A.g.e., s.439
[12] A.g.e., s.443
[13] A.g.e., s.448

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder